Sabri CON

'Hain' Kahraman

Sabri CON

Öykü

____________

“Hain” Kahraman 

Bu akşam eve hüzünlü döndü. Havada mı yürüyordu yerde mi? Rüyada mıydı, yoksa ne? Her zaman iş sonrası eve dönüşünde karısının yanağına bir öpücük atıyordu. Bu defa yok, yok. Gönül oraya yetişemiyor. Sadece karma karışık ifadeler çağrıştıran gözlerle eşinin gözlerinin ta dibine bakabildi. Sonra içeri geçip karyolaya çöktü ve derinden bir iç çekti...

Henüz gelinlik kınaları silinmemiş eşi sordu:

“Aslanım Hristo, ne oldu sana? Hasta mısın?"

“Yok, yok! Ne bileyim, belki daha da ötesi!”

Genç kadın şaşırdı ve eşinin boynuna sarılarak onun derdini okumak istedi. Evleneli hiçbir zaman böyle bir durumla karşılaşmamıştı ya, birden bir belirsizliğe gömülmüş gibi hissetti kendini.

“Kocacığım… Sevdiceğim… Lütfen!... Derdine derman olmak istiyorum…”

Hristo, başını yarı kaldırarak ellerini eşinin boynuna attı ve mırıldandı:

“Başım belâda! Yukarıdan emir gelmiş. Buna göre beni ister istemez büyük bir günaha sokmak istiyorlar. Yarınki günüm çok karanlık, çok azap verici, çok kalp yıpratıcı…”

Kollarını saldı ve günün film şeridini yeniden hayalinde canlandırdı.

***

Belediye Başkanı:

“Hristo, biliyorsun ülkemiz tarihte hiç olmamış kadar önemli bir konuma girdi. Üç ay geçti geçmedi tek millet, tek bayrak olduk. İdealimizi adım adım gerçekleştiriyoruz. Her karış toprağımızda tek bir Osmanlı izi bırakmamakta kararlıyız. Bu kararlılığımızı bütün dünyaya cesaretle göstermeliyiz. Görüyorsun, ülkemizde canlı tek bir Türk kalmadı. Çok şükür bunu aslanlar gibi başardık, ama yapmamız gereken daha çok işimiz var. Türkçe yazılı çeşmeler, mezarlıklar, camiler…”

“Çeşmeler, mezarlıklar, camiler mi? Ne olacak peki çeşmeler, mezarlar, camiler? Onların adlarını da mı?..”

"Yok, yok. Adlarını değil, köklerini!... Kılına teline varana kadar temizleyeceğiz! “

“Ama nasıl olur? Aklımın hiç ereceği yok bu işe”.

“Bak, Hristo! Gözümüz sende. Sen bir devlet çalışanısın. Elinde belediyenin en güçlü makinesi var. Zırhlı dozer senin elinde. Gaza bir bastın mı, Türk mezarlıkları taşı ile toprağı ile toz duman olmalı! Haydi kahramanım! Yarın sabah ola hayır ola, önce şehir mezarlığından başlıyorsun. Köylerdekiler zaten lafa girmez. Haydi kahramanım! Yanında senin yardımcıların da olacak. Bu işleri hallettiğinde Bulgaristan’ın unutulmaz kahramanlarından biri olacaksın! Sanırım paraya da para demeyeceksin. Hükümetimiz çuvalın ağzını açtı bir kere! Haydi oğlum!..”

Bu filmi aklında çevirdikten sonra usulca eşine döndü ve anlattı. Anlattı ama sırtındaki gömleğinin alev alev yandığını hissediyordu sanki. Suça karışmış bir hal hissederek kendinden nefret eder gibi yüzünü buruşturdu. Eşi sessiz kaldı, yutkundu ve öylece bir süre susup belli belirsiz düşüncelere daldı. Belli, o da bir anda dipsiz kuyuya düşmüş gibiydi.

“Sence ne yapmalıyım tatlım? Bu iş beni derinden sarsıyor. Yarın sabah ola hayrola mı, gün ola kahrola mı?”

Eşi halâ suskunluk içinde, kendinden geçmiş, adeta donmuşçasına hareketsizdi.

“Benim onlarca Türk dostum var. Hepsi de dürüst çocuklar. Onlarla kardeşler tadında yaşadık yıllardır. Sonra, ben biraz tarih de okudum. Osmanlılar bizim dedelerimize işkence uygulamış olsalardı bil ki, bugün yoktuk. Bir de şu ölülerin suçu ne? Ölüden intikam almak hangi vicdana yakışır? Mezarlık cinayeti işlemek ne zaman kahramanlık oldu? Hay Allah!.. Şimdi ne yapmalıyım ben?”

Sabah oldu. Güneş bulutlar arasından bakmaya, gülümsemeye çalışsa da olmuyor. Ağır bir gün olacağı belli. Telefon zar zır çalıyor. Ahize genç kadının kulağında. Karşıda Belediye Başkanı:

“Alo! Alo! İş saatimiz çoktan başladı. Hristo hala görünürde yok. Neden acaba?”

“Gospodin Başkan, Hristo akşam eve dönerken yolda hastalanmış. Şimdi yatağından kalkamıyor maalesef. Bir sağına bir soluna dönüp uflanıyor. Çok üzgünüz. Besbelli hastaneye koşmamız gerekecek…”

***

“Doktor Bey, hastayım, şaşkın ördek gibiyim. Ne yapacağımı bilemiyorum. Kulunuz köleniz olayım, bana üç haftalık rapor… Karşılığında ne dilerseniz dileyin, okey demeye dünden hazırım”.

Aradan 3-5 gün geçti, yukarıdan gelen emir havada hâlâ asılı duruyor. Hristo ortalıkta yok, dozer yerinde susuyor. Başka “Hristolar” da yaratılamıyor. Kime başvursalar aldıkları cevap negatif. Sadece köşede kıyıda birkaç mezarlıkta yerel muhtarlıklar tarafından kazınmış bazı mezar taşları. O da neden? Muhtarların başları üzerinde balyozlar sarkıyor. Ha indi, ha bittin. Ama tüm kara bulutlar Hristo’nun başı üzerine yoğunlaşmış, ne olacağı belli değil.

“Alo! Alo! Hristo! Kardeşim, ne oldu sana? Yeter artık! İşin başına dön! Bu şerefli görev seni bekliyor. Vatan için çalışıyoruz, biliyorsun. Zaman kahramanlığımızı gösterme zamanıdır!“

“Hımmm! Gospodin Başkan! Zatı alinize yalvarıyorum. Hastayım, çalışmaktan istifa ediyorum. Hemen benim azil belgemi imzalayın. Aç kalayım susuz kalayım ama suçlu kalmayayım! İnsanlık suçu işleyecek bir vicdanım yok benim”.

“Aa, öyle mi? Ah, seni gidi alçak köpek! Demek ki, öyle ha? Demek ki, ülkene bir hayır yapacak vicdana sahip değilsin ha? Yazık! Şimdiye kadar biz koynumuzda bir hain beslemişiz, yazıklar olsun bize! Bilmelisin ki, bir gün bunun bedelini ağır ödeyeceksin! Azil belgeni hemen imzalıyorum. Bununla da ülkemiz bir vatan haininden kurtulmuş olacak, ne mutlu bize! Vah ki, ne vah!”

Aradan 4 yıl geçti geçmedi, güneş kutup mu değiştirdi ne oldu, ortalık aydınlanıverdi. Yeni bir sabahta güneş bulutsuz bir ufukta doğdu ve sabahın seher vaktinde belediyenin bir odasında teknik işleri sorumlusu olarak masa başında çalışan Hristo’nun yüzüne vurdu, ortalığı aydınlattı...

Yazarın Diğer Yazıları