Ah, şu zamanlar
Sabri CON
Bir zamanlar öylesine acayip dönemler varmış ki, leylekler henüz beni bulup getirmedikleri için o zamanları size anlatamam. Anlatırsam da yalan olur, şöyle, hani bizim yobazların bazıları “öteye” gidip geliyor da orada “yaşayıp gördüklerini” anlatıyorlar ya. Ben onlar kadar olmayayım…
Dünyaya gözlerimi açtığımda ne göreyim, her taraf toz duman, çamur, karanlık. Eh, anlatamadım galiba. Gündüzler de vardı. İlk gördüklerim insan, koyun, keçi, manda, eşek, inek, öküz, kedi, köpek vb. Bizim köyden başka köy veya dünya var mıydı, onu da bilmiyordum.
Boyum uzamaya başlayınca daha fazla bir şeyler görmeye başladım. Birileri nereden bulduysa köye bir “şeytan arabası” getirmiş. İki tekerlek ve boynuzları varmış. Üzerine binince at gibi, hatta daha hızlı koşup gidermiş. Akıl alır gibi değil. At değil, eşek değil, bir demir teneke parçası nasıl olur da yolda hızla koşup gider. Gerçekten şeytan işi.
(Şimdi aklıma bakın ne geldi. Osmanlı döneminde bir gün Avrupa’dan atsız öküzsüz yürüyen dört tekerli, demirden tenekeden yapılmış bir “yaratık” getirmişler. Bir yerine bastın mı alıp kendini gidiyormuş. Ee, Osmanlılar Müslüman adam, bu iş şeytan işi, bizimle bağdaşmaz deyip “yaratığı” denize itmişler ve kurtulmuşlar).
Ha, bizim köye dönelim. Bir gün duydum ki, bir kutu varmış, içerisinde insan varmış gibi konuşuyormuş. Haydaa, yalana bak! Bir kutu insan gibi konuşurmuş, kime anlatıyorsun?
Ve zaman geldi, bizim de konuşan bir kutumuz oldu. Pil mi derler ampul mü (elektrik diye bir şey henüz bilinmiyor), orasından burasından kablo ile sarıp sarmaladın mı başlıyor konuşmaya. Şeytan işi yahu! Bakıyorsun, içerisinde insan yok, hiçbir yaratık yok, ama konuşuyor mu konuşuyor.
Bir zaman sonra demezler mi, kutunun içindeki konuşan adam görünüyormuş. Var git de inan. Göremediğimiz insanı şimdi konuşurken görecekmişiz. Bu şeytan işlerine akıl erdirmek mümkün değil. Hamdolsun, köylerimize elektrik geldi de o günü de gördük. Karşımızdaki siyah beyaz adam/kadın sadece Bulgarca konuşuyor. Oysa önceki (görünmez) kutulardakiler Türkçe de konuşuyorlardı. Artık işimizi gücümüzü bırakıp gözlerimizi konuşan insanı gösteren kutuya dikiyorduk. Ne dünya varmış be!
Yıllar sonra Türkiye’de de böyle kutular (televizyon demeye ağzımız alışamıyor) olduğunu öğrendik. Herkes, Türkçe konuşan görüntülü adamı görmek için can atıyor ama nerdee? Ah, bunu da bir yakalayabilsek, dünya bizim olurdu.
Zaman geldi, uzaklarda bir köyde, hayvan ahırı hizasında Türkçe konuşan adamı yakalayan dalga varmış diye duyduk. Yürüyüş o yürüyüş, ipini koparan oraya koştuk. O “şeytan” kutu, neden odalarda tutmuyor da sadece hayvan ahırında tutuyor? Herkes tarifsiz merak içerisinde.
Çok şükür, bu zor zamanı da atlattık ve geldik bu günlere. “Kutular” şimdi bol ama ne bol! Hem de önceki kutular gibi oturduğun (yattığın) yerden kalk, düğmeyi sağa çevir sola çevir gibi bir zahmet yok. Yattığın yerden bas düğmeye, dünyanın her köşesinden haber al, maç seyret, “büyükleri” gör…
Hay, hay, şimdi tepem attı. Neden mi? Biz, neredeyse 35 yıl boyunca ekranlarda hep Bay Toşoyu gördük. İstiyorsun istemiyorsun ama karşına hep o çıkıyor. Tövbe ya! Bir insan sabah, öğlen, akşam, her gün, her hafta hep tarhana veya kuru fasulye yer mi? Lillâh, Billah! Nereden çıktı bu şeytan kutular da bizi bu kadar ak saçtan yok saça sürdü?
Zaman geldi… Ne geldi? Gelmeseydi keşke! Şimdi renkli güllü kutularda renkli güllü haber dinlemek, bir şeyler izlemek istiyorsun ama karşına hemen başka “Jivkovlar” çıkıp tarhanayı yediriyor sana. Sonra gözlerini kapatsan olmuyor, kanaldan kanala değişsen yine aynı belâ. Yetmedi, o onu kesmiş, bu bunu öldürmüş, o onu aldatmış, bu bunu çalmış…
Bu da yetmedi, kısa (ama bitmeyen) reklam, reklam, reklam…
Ne rahatmış şu bizim dedelerimiz! Dert yok, nefret yok…
Ah, şu değişen zamanlar!