Nejla ALAGÖZ

Göçmen benliğimize kimsecikler dokunamaz

Nejla ALAGÖZ

Bir akşam, annem, babam ve oğlum, Kibar Feyzo filmini izliyoruz ( Kemal Sunal'ı da rahmetle anarak), bir ara babam oğluma döndü:
 
 "Bak Eren, bizler ne çocukken, ne gençken böyle yan gelip yatarak hiç boş zaman geçirmedik, hep iş vardı, sabahın dördünde tütüne kalkardık, altı yedi yaşlarında hayvan gütmeye başlardık, annem ve babam, adeta bir köle gibi, çok az bir ücret karşılığında, yıllar boyu Bulgara çalıştı, daha dün gibi hatırlıyorum, TKZS ( zorunlu tarım kooperatifçiliği ) geldiğinde danamızı vermiştik yeni kurulan koopreratife."
 
Babam, bu sarsıcı anılarına eğilmişken, tam da o sırada, ailecek seyrettiğimiz filmde, uyanık köy ağasının köylüleri nasıl ezdiği yansıtılıyordu...
 
1978 yılının Temmuz ayı sıcağında, bizim aile göçmen geldikten 3 - 4 sene sonra, iki odalı bodrum katımıza girmiştik, bundan sonra kira vermeyeceğimiz için nasıl da mutluyduk, halbuki daha birkaç yıl, bahçeli evimizde elektrik ve su bile olmayacaktı...
 
Gaz lambası ışığında, akrabalarımız ile sohbet ediyorduk; hele o "maşinga" sobada, o zamanın sudan ucuz ve bol olan hamsilerini biz ızgara yaparken, babam ya da kestane pişirirken, meğer, ne de zengin ve huzura kavuşmuş hissediyor muşuz kendimizi.
 
Yürürken ayağının altında kıtır kıtır eden karın beyazlığı, dikenli çıtrakların altından topladığın sarı çiğdemlerin zarafeti; kartopu oynarken ıslanmış çorapları, eldivenleri sobada kuruturken, çayın da sobadaki fokurdayan uğultusu, yeni bir hayata tutunmaya çalışan göçmen yüzlerdeki umut ve azmin resmi....
 
"Balkan Savaşları esnasında, bizim Adaköy civarında dolaşan Bulgar askerleri ve eşkiyaları, eğer, tüm erkekler teslim olursa, kendilerine dokunmayacağız diyerek köy camisinde toplanan bütün Türk erkekleri süngüden geçirip öldürmesi, yaşanan bir felâketti.
 
Savaş yılları, dağlardan güneye doğru kaçan teyzem ve dayım tehlike geçene kadar orada kalıp, genç kız olan teyzem Dedeağaç'ta evlenip kalmış, dayım ise tekrar köyümüze dönmüş", derken babam, annem de, Balkan Harbi esnasında doğan 40 günlük rahmetli Nuriye halasının, köyümüze gelen Bulgarlar zarar vermesin diye, bir dikenliğin altına bırakıp, Allah'a emanet ettikten birkaç gün sonra, tehlike geçince, bebeğin sağ olarak dikenlikten alındığını anlatmıştı...
Dedem, 1951 yılında, Türkiye' ye göç kapıları açıldı diye sevinirken, Bulgar Hükümeti daha çok Rom asıllıları Türkiye'ye yolladığı için yine kapanmıştı sınır kapısı.
 
Dedemin babası Mehmet ağa, "Madem ana vatana gidemedim, ben de Deliorman'a göç ederim" diyerek, evli iki oğlu ve kardeşini, eşek arabasının bile geçemediği, yokuşlu  dağ köyünde bırakıp, dört bekar oğluyla Şumnu'nun Yusufanlar köyüne, verimli, düz ve geniş ovalara doğru göç etmiş, fakat orada da TKZS satın aldığı tarlalarına el koymakta gecikmemiş...
 
Benim çocukluğumda, mütevazi göçmen evimizde, gaz lambasının altındaki hikâyeler hiç bitmezdi.
 
Bizimkisi gerçekten bir aşk hikâyesi gibiydi, anamın ve babamın doğduğu köylerde, verdikleri çetin hayat mücadelesi, köklerine olan bağlılıkları, insana olan hürmetleri, toprağa karşı besledikleri sevgi ve sağlam aile yapısının  kendilerine verdiği terbiye, kültür ve donanım, nakış nakış işleniyordu benim serçe yüreğime.
 
Şimdi şaşarım, hangi çılgın zincir vuracakmış göçmen benliğimize?

Yazarın Diğer Yazıları