Bir fesin kaderi
Mehmet ALEV
Aliş Ağa, yörenin kalburüstü zenginlerinden biriydi.
Uçsuz bucaksız arazilere, çayır ve yemiş bahçelerine sahipti. Etraf köylerden ırgatlar, bahar ve yaz aylarında nimetlerini büyük ölçüde, bu zenginliğe borçlulardı.
Aliş Ağa, her hafta, cuma namazını yakın kasabada kılar, eş dostla görüşür, alış verişini de yapardı.
Bu sabah da atını hazırladı, gerekli yol eşyalarını tekmil ettikten sonra, bir delikanlıya yakışır bir şekilde, atının sırtına yan geldi. Ama bunu yaparken, başındaki fes de yere fırladı...
İndi. Başına koymadan bir baktı ki, bu fesi fırlatıp yenisini alma vakti çoktan gelmiş geçmişti. Terden yağ bağlamış, kokulu hale gelmişti.
Cuma yolu, bir suyu takip ediyordu. Atı, yolu iyi biliyor, düzce, taşsız kesime gelince, ağasını adeta, ona yaraşır bir şekilde uçuruyordu.
Şehre indikleri zaman cuma namazı saatine daha bir hayli vakit vardı.
Dükkanları dolaştı, yeni fes almak aklından çıkmıyordu. Bunu da namazdan sonra yapacaktı.Fes dükkanına gelince başındakini çekti aldı.
Ha bire, kendi kendine konuşuyordu:
”Nasıl olur yahu, terden zordan meşin gibi sapasağlam yağ bağlamış bir fesi, bunca zaman başıma nasıl yakıştırmışım? Üstelik bir de ağalık taslıyorum bunca zaman...” derken, dükkancı onu içeri davet etti:
“Ağam, tüm fesleri asker gibi yan yana dizdim. Şu koyu kırmızısı bence sana en çok yakışacak. Zaten bu fes yepyenidir. Edirne’den geçen hafta getirttim. Bir iki tane sattım satmadım, deyiver..."
Ağa, koyu kırmızı fesi başına geçirince, aynanın önüne dikildi. Dükkan sahibi malını övmekle bitiremiyordu:
”Ağam, ustası tam senin için biçmiş, dikmiş! Bir de yakıştı, yapıştı!”
Aliş Ağa, dükkandan çıktığı zaman dünyalar onun olmuştu. Kendi kendine öfkeleniyordu.
” Bu yağlı fesi niye bunca taşımışım? Hemen berbere de gidip saçı da bir tıraş ettirince, mesele tamam!” dedi.
Berbere koştu. Salih usta, tanıdığı idi. Hemen onu sandalyeye oturttu. Eli de fesine doğru gitti:
”Ağam, fesi asalım, kıl alır!”
“Yoo, yoo usta, elimde tutayım!”
Berberden rahat rahat çıktı, atı bağladığı yere doğru yürüdü. Vakit de bir hayli ilerlemişti.
Su akıntısını takip eden geniş yolda ilerlerken, keyifli keyifli dört tarafı gözlüyordu.
Aradan yarım saat geçmemişti ki, suyun kıyısında bir şahıs gözüne ilişti. Hemen yanına yaklaşmıştı.
Ne görsün, bu bir sepetçi idi! Adama yiyecekmiş gibi bakınca bir de ne görsün?
Başındaki fes, tıpkı onun biraz önce dükkandan aldığı fes gibi, pırıl pırıl...
Eli ayağı kesildi. Ne yapacağını bilemiyordu, biri ağa, biri sepetçi, kafalarında aynı fes!
Bu ne zaman, nerede görülmüş?
Müthiş kırıldı. Başındaki fesi çekip aldı. Sulara fırlatası geldi.
Bu fikrinden caydı. Bir taşa, bir çalıya takılır, görürler.
Birkaç kilometre geçer geçmez, atından indi. Hayvanı bir ağaca bağladı. Biraz çalı çırpı toparlayarak, yaktığı ateşin alevleri üzerine, Edirne’den yeni gelen fesi oturttu.
İçi daha da rahatladı. Etrafını gözden geçirdi. Ondan başka gelen giden yoktu.
Evine başıkabak dönemezdi. Kuşağından mendili çıkararak, başına bağladı...