
Akçaağaç tutkunu
Mehmet ALEV
Ağaçlara karşı tutkunluğum daha çocukluk yıllarımda başlamıştı. Hele meşe, kavak, söğüt, her zaman karşıma çıktıklarında bir görmedik gibi bakışlarımı onlara diker, hayranlığımı açığa vurmadan edemezdim.
Meşe, o tür bir yaratıktı ki, köylümüz için tam anlamıyla bir olmazsa olmaz türündendi. Kış aylarını odunsuz düşünebilirseniz, hiç meşeyi akıl etmeyin! O hallerde bu ağaç, her arayana kucağını açar, benden bol bol yararlanabilirsiniz, dercesine bir davranış sergilerdi.
Meşeyi sadece bir odun için gündeme getirmek yetersiz olurdu. Kimin damında keçi varsa, hele kış ayları için yaprağını depolamazsa yandığı gündür. Yapılan araştırmalara göre, meşe yaprakları bol vitamin ve çeşit kimyasal maddeler içerdiği için, bu hayvan sütünün değeri, paha biçilmez boyutlara ulaşır.
Kavak ise hemen hemen her yerleşim yerinin bir nevi emaresidir. Selvi boylu kavaklar, upuzun boyları ile merakları hep göklere uzanmaktadır. Güneş, sabahları ilk onların zirveleri ile buluşur, daha sonraları yerlere uzanıp tüm canlıları, cansızları sıcaklara kavuşturur. Kavak yaprakları da kış aylarında hayvan aleminin başlıca yiyeceklerinden sayılırdı.
Selvi ve akkavakların en önemli görevlerinden biri de gövdeleri biçilip, inşaat malzemesi olarak tahta elde edilmesidir. Evler, ahır ve işlikler tahta malzemesi sayende ayakta durabilir. Çam ağaçlarından mahrum bölgelerde kavak ve meşeler, inşaatçıların ümit bağladıkları en önemli vasıtalardır.
Şu akçaağaca gelelim. Nasıl, ne tür bir ağaçtır? Ne işe yarar? Hangi koşulları sever? Bunu ancak lisede öğrenci iken öğrenebildim.
0 yıllarda halkın, hele öğrencilerin katılımı ile ağaçlandırma grupları düzenlenirdi. Çıplak ve boş araziler, çabuk elden genellikle çam fidanları ile donatılır, beş on yıl içinde düpedüz çorak yerler, bakmaya doyulmayacak bir görüntüye kavuşturulurdu.
Bir defasında sınıfımızın da katıldığı bir ağaçlandırma sürecinde, çam fidanları ile yaprakları bir takım kavak ağaçlarını anımsatan fidanlara da rastladım. Sorup soruşturunca, bu fidanların adı sanı yerel ağızda “akçaağaç” olduğunu öğrenmiş oldum. Kimi yerlerde de “toz ağacı” adıyla da bilinirler ama uzak Anadolu'da, bu ağaç “huş” olarak bilinir, zaten doğru olan da budur…
Meraktan kendimi zor tutuyordum. İki gün sonra sınıfça ağaçlandırma çalışmalarımız sona eriyor, köylerimize gidiyorduk.
Ben, bu arada oldukça zengin köklü bir akçaağaç fidanını sardım sarmaladım, torbama yerleştirip köy yoluna koyuldum. Otobüs yolculuğum kısa sürdü. Vaktinde eve ulaştım. Babam, o yıllarda uzaklarda çalışıyordu. Annemi de evde bulamadım. Sıkıntım bir an önce fidancığı toprağa kavuşturmaktı, derken annemi bahçede buldum. Elindeki su tenekesiyle domatesleri, biberleri suluyordu. Beni görünce sevinçten ellerini çırpmaya başladı. Hoşbeşten, sarmaş dolaştan sonra, -Torbada ne var oğlum? - diye sordu.
Ben de hemen akçaağaç fidanını çıkarıp: “Bu fidana burada bir yer bulalım", dedim. Öyle bir yer ki, kendi vatanı, kendi toprağı gibi hissetsin kendini.
Annem, ilk başlarda bir şey söylemedi. Bir fidana bakıyor, bir ellerini ovuşturuyordu. Neden sonra:
- Oğlum, bir fidan, ne kadar güçlü olursa olsun, tek başına kalkınamaz! – dedi. Bu dünya öyledir. Tek başına iş olmaz! Canlı cansız, insan, hayvan, ağaç hep yanında arkadaş ister, kardeş olmasını diler, birlik, beraberliktir bunun adı.
Annemin okumuşluğu yoktu ama bunları ona hep doğa öğretmişti.
Ellerimi göğsüme koydum. Bir düşündüm. Yer yüzünde tek başına ne canlı vardı, ne cansız. Ya ikili, ya grup halinde, oldum olası varlıklarını sürdürüyorlar.
Olayı uzatmadan aynı ağaç türünden iki minik fidan daha elde edince, yan yana onları toprağa kavuşturdum.
Yıllar sonra, köyüme ulaşınca ilk işim bir vakitler diktiğim ağaçları görmek için meraktan yerimde duramazdım. Hayret, boyları selvi ağaçları gibi uzamış gitmişti.
Sarmaş dolaş olduk canlılar gibi. Bir de renkleri sadece ak ak, benek benek değil, baştan ayağa kadar sütle yıkanmış bir görünüme kavuşmuşlardı…