Fayette polen gibi hafifti

'O betimi güç hafifliğine gülle kadar ağır geldi serçe yavrusu. Sonra kelebeğin, mucuk sineğinin ağırlığını da taşıyamadın. Yüreğimin bir kefesine seni, diğerine poleni koydum, biliyor musun, bir miligram bile ağır gelmedin. İşte o nedenle az önce, gökyüzünün maviliklerinde yiteceğin, bir daha seni göremeyeceğim korkusundan kuvvetlice üfleyemedim.'

Bu biraz uzunca öyküyü, Bulgaristan'da yaşayan Türk asıllı kardeşlerime sunuyorum.

 

Tüy gibi hafif tanımı, Küçük Peri’nin filiz örneği taze bedenini anlatırken yetersiz kalır. O yüzden onu kavak ağaçlarından dökülen polenlere benzetirim. Dudaklarınızı uzatıp üfleseniz, kendini havada bulacak denli yeğni bir kızdır o.
 
Öyle olduğuna kendimi inandırmış olmalıydım ki bir gün, mimarisi Barok stilinde, büyükbabasından kalma yapının verandasında, Fayette’nin deyimiyle, “göbek atarak” pişmiş kahvelerimizi içerken, soluğumu üzerine hohladım.
 
Büyükçe, ceren bakışlı, şaşkın gözlerle beni süzdü. Gerçi bakışı bazen beni acındırır, bazen eritir, bazen çapkınca ipiltilerle baştan çıkarırdı. Kimileyin büyüttüğü, erişilmez yaptığı da olurdu.
 
“Seni önce serçe yavrusuna benzettim, Küçük Peri,” dedim o gün. (Fayette’nin Türkçe anlamı.) “O betimi güç hafifliğine gülle kadar ağır geldi serçe yavrusu. Sonra kelebeğin, mucuk sineğinin ağırlığını da taşıyamadın. Yüreğimin bir kefesine seni, diğerine poleni koydum, biliyor musun, bir miligram bile ağır gelmedin. İşte o nedenle az önce, gökyüzünün maviliklerinde yiteceğin, bir daha seni göremeyeceğim korkusundan kuvvetlice üfleyemedim.”
 
Yüzüme şaşırma mı hoşlanma mı deyisi anlaşılmayan bir bakış attı. Ardından, karmaşık ruhundan gizemli yansımalar acımsı gülümsemesinde kırılıp ufalandı. Onu varla yok arası, bir polen hiçliğine indirgediğim yargısına varmış olacak ki, sevimli bir dargınlık çatık kaşlarına tünedi. Ama çok geçmeden söylediklerimin derinliklerine bıraktığım abartılı benzetmelerimin inceliğine inebildi. Minnet dolu bir duygunun gönlünden gözlerine akınını gözlemlemek beni sevinçten dört köşe etti.
 
Dünya, Fayette’nin özgürlük dokulu düşüncelerine dar gelir. Değişken yapılı davranış, eylemleriyle beni hep şaşırtır. Aynı anayol üzerinde oturduğumuz, konutlarımız birbirine yakın olduğu için onu kimi bulvarda, kimi dairesinin balkonunda görürüm. Kimileyin ise hiçbir yerde göremem. Bir bakmışsınız, yüreğiyle kucakladığı insanlara sevgisini döker, bir başka gün ise köşe bucak onlardan kaçar. Bazı mahallemizin parkında rastlaşırız ya da pizzacıda, kimi gün düşkün insanların geldikleri birahanesinde. Bazen yalnızlığın tacını giyenlerin dolaştıkları kentin dışındaki ormanda yollarımız kesişiverir. Kimi sırra kadem basar, periye, sanrıya dönüşür.
 
Diğer yakından tanıdığım kız, Rositsa, tavır, davranış, özyapısıyla Fayette’den değişik, düşüncelerinde tutarlı, insanları etnik kimliklere ayırmadan, varsıl yoksul demeden, kalıcı sevgisi ile severdi. Dünyanın tapusu onunmuş gibi Küçük Peri’nin kimi zaman havalı, kurumlu, kozmopolit duruşu onda yoktu. Alman kız, açmazları açımlamayı çokluk içgüdü, dürtüyle, Bulgar kız ise mantıkla yürütüyordu.
 
Rositsa, dal gibi fiziğiyle fakültede bakışların odak noktasıydı. Görüşemediğimiz yıllar boyunca belli belirsiz dolgunlaşmış, kaldı ki erkekleri peşinden sürükleyen eski alımlılığını korumuştu. Borç harç, Tunca ırmağı kıyısında bir restoran açmış, üç, dört yıl çok zor geçmiş, üst üste onu kapatmakla yüz yüze gelmiş. Sonra işlerin azar azar açıldığını, artık çok şükür, sıkıntısızca geçinip gittiğini, dün ilçe merkezimizde ansızın karşılaşınca giderayak anlatmış, beni restoranını görmeye çağırmıştı.
 
Çağırırken pek içtendi. Ayrıca üstüne basa basa, eğer gitmezsem, darılacağını ileri sürmüştü. Başkent üniversitesinin İngilizce Bölümünde öğrenciyken, beni hep sevmiş, saymış, zaman zaman kentin ünlü kafelerine götürmüştü. Restoranın üst katını ofis olarak kullanıyordu. Burada ufak bir mutfak, göz kamaştıran koltuk, kanepelerle donatılı bir antre, konuklarının kaldıkları iki yatak odası vardı.
 
Beni çalışma odasına buyur etti. Maun ağacından yapılmış büronun karşısına, sehpanın iki yanındaki koltukların kapıdan taraf olanına oturdum. Çiy Tanesi’nin (Rositsa adının Türkçe karşılığı) arkasındaki duvarın üst bölümünde bir friz kuşağına gözlerimi diktim. Duvarlar kavuniçi rengine boyanmış, taban onlarla uyumlu, kızılımtırak laminant parke döşeliydi.
Başkasınınmış gibi çekinerek, çıtkırıldım bir devim ile koltuğu az geriye çekti. Oturmaya hazırlanırken, konumuna hoşlandırma değeri yüksek bir incelik yükleyerek:
 
“Önce birer kahve içelim Aşik,” dedi.(Bulgar alfabesinde ‘ı’ harfi olmadığı için Rositsa, Işık diyemiyor.)
 
“Nasıl olsun kahven, neskafe mi yoksa Türk kahvesi mi?”
 
Çiy damlası örneği duru, adıyla özdeş çehresine, ılık, dostça bir sevgiyle baktım.
 
“Orta şekerli bir Türk kahvesi olsun,” dedim.
 
Beni restoranında görünce, çehresinin tümünü saran o yürekten gülümsemeyle ikinci kez ödüllendirildim.
 
“Türk’e de bu yakışır yani,” dedi. “Kendi kahvesi… Haydi, çabuk anlat Aşik! Nasılsın, neredesin, evlendin mi, çoluk çocuğun var mı?”
 
Görgü kurallarını geçmeyecek ölçüde aralanan dudaklarıma, gerçekte anlamı hoşnutluk olan, ince, alaysı bir gülümseme geldi.
 
“O kadar çok soru sordun ki yanıtlamaya hangisinden başlasam bilemiyorum.”
 
Kendi tez canlılığına sesle güldü. Gülüşünün tonunda da davranışlarındaki zarafetten yansımalar vardı.
 
“Ben böyleyim, bilirsin. Sanki olacakmış gibi bir anda her şeyi öğrenivermek isterim. Nerede olduğundan, ne çalıştığından başla istersen.”
 
“Turp gibiyim ve de evli değilim. İngiliz Fakültesinden sonra, Almanca kursuna yazıldım. O dili de öğrenmeyi kafama takmıştım. Epey zorladı ama sonunda başardım. Şimdi Almanya’da, Berlin’de, bir turizm şirketinde rehberim.”
 
“Burada olduğunu söyleseydin, şaşardım. Ülkemizde eli iş tutan adam mı kaldı ki… Dünyanın dört bir yanına çil yavrusu gibi dağıldık. Uğruna yanıp yakıldığımız demokrasi bak ne yaptı; bizi tundan tuna attı. Kendi sanayimizi kurmazsak, Avrupa’ya yaranma, yamanma, avuç açma gibi acınacak halimiz ömür boyu sürer. Yerli kaynaklara dayalı, ekonomik kalkınmayı başlatacak bir yönetimi işbaşına getirmek artık kaçınılmaz oldu.“
 
Geçen rejimin dışa bağlı siyasetinin yol açtığı, ağır ekonomik çöküşten kurtulmak için işleyimi kuracak yeni bir siyasî oluşumu destekleyip desteklemeyeceğim konusunda sanırım, nabzımı yoklamak istiyordu.
 
İçe yönelik bakışım, usumun karar verme yetisinin gözleri içinde dolaştı. İnce eğirip sık dokumadan onayını verdi verecekti. Çiy Tanesi’nin başlatacağı, ileride belki partileşecek girişimine tanıdıkları, çevresi katılırlar mıydı bilmiyorum. Ne var ki ben, yanında yer alma eğilimimin gitgide canlanan etkinliğini ruhumun gözelerinde duyumsamaya başlamıştım.
 
Buram buram özlem tüten anılarımdan Fayette’yi aldım, Rositsa’nın sağ yanına getirip koydum. Ama aralarındaki ayrımın kıyaslanamayacak boyutta olduğunu bilmem, o duygunun sönüvermesine neden oldu. Varlıklarını kendileri olmaya adamış, her bakımdan birbirinin karşıtı bu iki kızın, yalnız tek ortak noktaları vardı; üstüne toz kondurmadıkları onurlarına olağandışı düşkündüler. Kişiliklerini tartışmaya açsanız belki susarlardı. Ne ki konu onurları olursa, sözlerinizin ipeksi dokundurmalarını bile taşımayacak denli duyarlılaşıyorlardı.
 
Ahmet Türkay 

Bakmadan Geçme