Türkan bebeğin şehit kanını Belene'de gördüm
Minik Türkan'ın kanını, Belene'de dedesinin üzerinde gördüm. Torununun kanı, gömleğine yapıştığı için, ara sıra Türkan'ını öpermiş gibi, kendi omuzlarını öpüyordu ve torunumu omuzlarımda taşıyormuşum gibi bir hisse kapılıyorum diye hıçkırıklara boğuluyordu...
***
Bir ulus, hukuk devletiyse, uluslararası anlaşmalara, hakka, hukuka, ve yasalara riayet etmesi gerekiyor.
Ben bunun bilinciyle büyüdüm ve eğitildim.
Maalesef, dedelerimizin, babalarımızın ve bizim doğduğumuz topraklar, bir Avrupa ülkesinde bulunmalarına rağmen, özgürce yaşayamadık, yaşatılmadık, doğan güneşin ışınlarına yeterince sevinemedik, nefes aldığımız havayı, bastığımız toprağı çok gördüler bize...
***
Örneğin, Burgaz ve Sliven şehir merkezlerindeki camilerin yok edildiğinin canlı şahidim ben. Burgaz'daki yıkılan cami, 1673 yılında inşa edilmişti. Diğer etnik gruplara ait olan Ermeni, Yunan ve Yahudi kilise ve sinagoglarına ise milyonlar harcanarak restore edilip koruma altına alınırken, bizim Osmanlı'dan kalan mirasımız ise gözümüzün önünde yok edilmekte...
***
Elimizde bulunan kimlik ve doğum belgelerimizle, Türk olduğumuzu kanıtlamak için hak ve hukuk aradığımızda, devletin adaletsizliğini bulduk. Bizlere acımasız cezalar verdiler. Adımızı, dinimizi, benliğimizi, asıl kimliğimizi elimizden alıp, insanlığımızla, onurumuzla, gururumuzla oynadılar. Etnik gruplar arasında kötülükler yayarak birbirine düşman etiler...
***
3 Mayıs 1983 yılında, Burgaz ilinin Çenge köyünü, gece saatlerinde devlet güçleri bastılar. Birkaç aileye sizde Pomak kanı var diyerek isimlerini değiştirmeye kalkıştılar. Bütün köy halkı ayaklandı, köydeşlerine destek çıkınca devlet güçleri köyü terk etmek zorunda kaldı. Ertesi gün köye bütün giriş çıkışlar yasaklandı. Olağanüstü hal uygulandı. Köy ablukaya alındı. Zırhlı araçlar, polis arabaları, bordo bereliler, polisler köye giriş çıkışları yasakladı.
***
1984 yılı sonu, 24-25 Aralık tarihlerinde aşırı soğukları fırsat bilen devlet güçleri, asimilasyon sürecini hızlandırdı ve tüm gücüyle Kırcaali bölgesinde baskınlar düzenleyerek, polis ve askeri birliklerle Türklerin adlarını değiştirdiler. Bizler de olaylarda mağdur olan kardeşlerimize destek amaçlı, 3 Ocak 1985 tarihinde, Türkiye'nin Burgaz Başkonsolosluğu'nun önünde toplanıp Türk ve Müslümanlara yapılan adaletsizliklerden bahsetmek için, dünya kamuoyuna, kendi durumumuzu duyurmak amaçlı dava arkadaşlarımla beraber barışçıl bir miting düzenledik. 4 Ocak 1985 tarihinde, evim talan edilip, küçük yaştaki iki çocuğumun önünde, beni kelepçeleyip ve ziynet eşyalarımızı da alıp, toplam 6 kişilik bir ekip tarafından tutuklandım. Evimde arama yaptılar, suç unsuru bulunmadı. Paralarımızı aldılar, onları hala bize iade etmediler.
***
Burgaz Emniyet Müdürlüğü'ne götürülerek tek hücrede gözaltında tutuldum. Belene'ye götürülmeden önce, burada 97 gün boyunca tek hücre bölümünde duyulmadık ve görülmedik işkencelere maruz kaldım. Bir gün, 7 arkadaşımı da bir cezaevi aracına bindirdiler, hepimiz ayrı hücrelerden çıkartıldık, araçta buluştuğumuzda birbirimizi tanıyamadık, o kadar zayıflamış ve bitkindik ki, adeta gözlerimiz bile görmez olmuştu; çünkü 3 ay boyunca gece gündüz kırmızı ışığa maruz bırakılmıştık.
***
Belene'ye götürülürken cezaevi aracında iki defa şuurumu kaybettim, yol kenarında su kanalına başımı sokarak kendime getirdiler. Belene ölüm kampı, insanoğlunun korkulu rüyası, komünist rejimin tehdit aracı olarak kullanıldığı bir yerdi. Üç katlı elektrikli tel örgülerle çevrili kampa girdiğimizde, uğuldayan kurt köpeği sürüsüyle karşılaştık. Yıllarca aynı köyde çalıştığımız PTT müdürü Ramadan Mehmet, bizim köyden Dr. Alişev'i gördünüz mü diye sordu bana. O kadar bitkin, zayıflamış ve kötü bir haldeydim ki beni tanıyamamıştı...
***
Gece gündüz ışıklar yanıyor, dışarısını göremiyorduk. Hava soğuk, sıfırın altı - 29 dereceye indiği dönemler oldu. Soba var; ama odun ve kömür verilmezdi. Lağım fareleri üzerimizde cirit atıyordu. Tuvalet ihtiyacımız için bir kova hücremizde duruyordu. Yiyecekleriz domuz kırıntılarından, kulak, kuyruk, tırnak, balık kafaları, piliç ayaklarından yapılmış çorbadan ibaretti. Bir arkadaşımın apandisiti patladı, hastaneye vaktinde götürülmediği için hayatını kaybetti.
***
Tek haber kaynağımız adaya peyderpey getirilen mahkûmlardı. Kardeş gibi her şeyimizi paylaşırdık, yardımlaşırdık. Hatta bazen bir yerlerden bir soğan ekmek bulsak bile onları bile paylaşırdık. Birçok arkadaşım üzerindeki işkenceler sonucu geçmemiş kanayan yara izleri, kolu kırık, baş yarık mağdurlar vardı. Koşukavaklı Osman'ın başı yarıktı, Stanımakalı Recep'in dayaktan belinden yukarısı simsiyah morarmıştı.
Bir buçuk yaşında öldürülen Türkan Bebek'i, Kayoloba'da toprağa verdikten sonra, dedesi Abdullah kelepçelenip Belene'ye getirilmişti. Torunu vurulunca, dedesi acılar içerisinde yavrusunu kucağına alıyor ve gömleğine bebeğin kanı akıyor. Minik Türkan'ın kanını, Belene'de dedesinin üzerinde gördüm. Torununun kanı, gömleğine yapıştığı için, ara sıra Türkan'ını öpermiş gibi, kendi omuzlarını öpüyordu ve torunumu omuzlarımda taşıyormuşum gibi bir hisse kapılıyorum diye hıçkırıklara boğuluyordu...
***
Ben hücredeyken eşim ve çocuklarım görüşmeye geldiler. Aytos'tan Belene'ye kadar 300 km mesafe var, gelirken kampta bulunan arkadaşım Ramis'in ailesi kaza yapıyor, 21 yaşındaki oğlu ölüyor, eşi ve çocukları ağır yaralı kurtuluyor. Eşim geldiğinde, kamp yönetimi, burada Seydali diye birisi yok diyor. Arkadaşlarımdan, beni 20-25 gün öncesi bilinmeyen bir yere götürdüklerini öğreniyor, bunu duyunca fenalaşmış, beni öldürdüklerini ve sonra da Tuna nehrine attıklarını düşünmüş...
Seydali Aliş AKGÜN