Sen, Türk müsün ?

*** Satıcı kadın, utandığımı fark ediyor ve bilerek ses tonunu yumuşatarak bana soruyor 'Sen,Türk müsün?' *** 'Bizim ne yapıp edip göç etmemiz lazım! Türk olan Türkiye'de olur, orada olması lazım, kendi vatanında. *** Azınlık! Nedir, nasıl bir şey azınlık olmak? Soranlara şu cevabım olacak 'Kurban olmaktır, evet, kurban olmak! Siyaset kurbanı!'***Onlara kimse 'Sen, Türk müsün?' diye sormayacak. Onlar, kendi tarihini okuyacak, kendi soyundan olan ozanların şiirlerini, türkülerini okuyacak.

Elinde bir şemsiye ama çok güzel bir şemsiye, başının üstünde adeta havada uçuyor. Küçük kız, gözlerini kocaman açmış, yukarı ona bakıp bakıp, pııırrr pııırrr diye defalarca döndürüyor. Kenarları fırfırlı, pembenin koyu açığı, lilası ve eflatunu, o ipeksi kumaşa öyle uyumlu basılmış ki tüm renkler, üç yaşındaki kız gözlerini ondan alamıyor bir türlü. Evin içi dar geliyor ona, sığamıyorlar oraya ne kendisi, ne de coşkulu sevinci...

Köyün üzerine çöken kavurucu sıcağa aldırış etmeden sokağa çıkıyor seke seke, ah, şimdi, hemen şimdi, nasıl da övünmek istiyor canı, bu şahane hediyesiyle. Ümitle bom boş sokağa bir daha, sonra bir daha göz atıyor ve minik göğüsünden kopan bir iç çekişinden sonra bahçeye dönüyor. Gözüne, dut ağacın altına gölgeye sığınmış tavuklar ilişince, tekrar neşesi yerine geliyor küçük kızın ve başlıyor söylenmeye;

"Baaak, benim şemsiyem buuu! Bana getirdi bubam taaa Türkiye'den!'' Sıcaktan bunalmış, zor nefes alan tavukların açık ağızlarını görünce de; '' Siz de şaşırdınız dimi şemsiyeme, başka kimsede yok böyle şemsiye!" Tekrar; ''Türkiye'den geldi o, daha başka neler getirdi bubam bilseniz, leblebiler vaar, üzüm bile var, ama kurutulmuş biliyor musunuz?"

Çok eskilerde kalan, bu anıların kız çocuğu benim. Sene 1963, köydeyiz, Yenice'mde. İlk defa o zaman duyuyorum, Türkiye diye bir yer varmış ve babam oraya seyahata gitmiş.  Daha sonra öğrenecektim asıl gidiş sebebini, oraya göç etmemiz için yollar aradığını. Eskiden, 1950' lerde göç eden akrabalarımızı bulup da istida yapmaları için, kendilerini ikna etmeye çalışacağını. O yıllarda Türkiye'yi, ancak dedemin sadece uyurken kapattığı radyosundan dinliyordum ben.

''Bir bilmecem var çocuklar, hadi sor sor, kahvaltıda yenir, nedir nedir eti eti, onun adı gelir." Ne çok severdim onu dinlemeyi, adına reklam derlerdi. Bulgaristan' da olmayan birşeydi bu. Sonra, koro şeklinde türküler, Türk sanat müziği şarkıları, arkası yarınlar, haberler...

Bir de, Türkiye'ye 1951 yılında, eşi ve 4 çocuğu ile göç etmiş bir halam vardı. Gider gitmez eşi vefat edince, Eskişehir'de ortalıkta çocuklarıyla tek başına dul kalan halam. Dedem ve ninem, gün geçirmezlerdi onun için ağlaşmadan ve kahrolmadan. Çocuk aklımla, halam iyi olmayan bir yerde, kendisi Türkiye'de niye duruyor, diye kaç kez düşünmüşümdür. Köyümüzde, biz Türklerin dışında, bir de Bulgarlar vardı. Onlar çoğunluktaydı. O zaman çocuk gözüyle bakan, daha doğrusu saf kalbiyle düşünen bizler, aramızda bir ayırım yapacak ne bir niyette, ne de akıla sahiptik.

Biz sadece farklıydık, o kadar. Onlar Gospod'a inanır, biz ise Allah'a. Bizim erkek çocukları sünnet oluyordu, onlarınkiler olmazdı. Bizim bayramlarımız vardı, onların Koleda'sı, Paskalya'da yumurtalar boyar, bizimle tokuştururlardı. Biz ise bayram şekerlerini ve kurabiyeleri onlara ikram ederdik. Bizim hocası olan camimiz vardı, onların ise papazlı kiliseleri. Onlar domuz yetiştirir ve yer, biz ise asla bu hayvana ne bakar, ne etini yerdik.

Hem birlik içindeydi yaşantımız, hem de ayrıydı. Öyle bir hassastık, karşılıklı kabullenmişlik, mesafelydik. Asla aileler bir çelişki içine girdiklerini görmedim ben. Huzur ve karşılıklı anlayış içinde geçen seneler, Bulgarı veTürkü için de memnuniyet vericiydi... 

Babam için ise köydeki, bu dingin yaşantı yeterli gelmemiş olacak ki, günün birinde babasın karşısına çıkıp şehre taşınacağını söylemiş. Sebep olarak da, köyde lise olmadığından, yarın öbür gün biz abimle şehre gidip gelmekte otobüslerde atılacağımızı belirtmiş. Ki daha biz abimle ilk okul çağında iken alıyor bu kararı...

Ah, babacığım, gençken bile bu kadar mı ileri düşünceli ve öngörülü olur insan. Bütün ömrün böyle geçecekmiş, meğer, senin. Hep öncelikli olan ailen, çocukların, daha sonra da torunların. Baba onayı da alınınca, açılıyor yeni bir sayfa bizim aile için. Şehirli mi oluyoruz taşınınca? Asla! Özümüz köylüdür bizim, konuşmamız farklı, alışkanlıklar faklı. Neyse ki, taşındığımız mahallenin çoğunluğu Türklerden oluşuyordu ki, pek zorluk çekmedik desem de. Çektik işte! Her başlangıç zor olduğu gibi, bizimki de o misal, kiralık eve, hem de tek bir odaya muhtaç etmişti bizi hayatımdaki ilk göç. Beraberinde de, insanın başka bir yere ait olabilme zorlukları da geliyor, tabi ki.

Günün birinde, annem beni magazine (markete) turşu salatalık almaya gönderdiğinde, o dokuz yaşındaki köylü kızın ürkek kalbi ilk defa ayrımcılığın acısını tadacağından habersizdi. Bulgarca "Bir kilo salata, lütfen! "diyorum kadın satıcıya, kendimden çok emin bir halde. Kadın duyunca gülmeye başlıyor, orada bekleyen müşteriler de akabinde. Alaylı gülüşmeler ilk başta şaşırtıyor beni, sonra da gücendiriyor ve üzüyor. Satıcı kadın, utandığımı fark ediyor ve bilerek ses tonunu yumuşatarak bana soruyor; "Sen,Türk müsün?"

Bu yaşıma kadar, kimse bana bunu sormamıştı. Biz köyde hepimiz bir birimizi tanıyor ve biliyorduk.  Şimdi ise bir Türk kızını görünce neden bunca gülüştüler ki? Anlamıyorum! Sadece kızarıyorum, al al yanaklarımın ateşini hissederek. Meğer, "salata" yerine "krastavitsi" diyecekmişim, ben ise ev ortamında kullandığımız kelimeyi kullanmıştım. Elimde salatılık poşeti, kafam yere eğik, düşünceli düşünceli döndüm evimize. Üzüntülü halim uzunca zaman zihnimi yordu durdu. Okul zamanı yaklaşınca, o içimdeki burukluk yine vardı. Ya yine alay ederlerse benimle...

Okulda ağırlıklı Bulgarca dili öğreniyoruz, tabi ki. Bir yandan onu okurken, öte yandan da Bulgar çocukları resim ve beden eğitimi ders saatlerini alırken, biz o dersler yerine haftada iki kez Türkçe dersine giriyorduk. Derken, ilk okuldan orta okula geçişte, artık tarih dersleri görmeye başladığımızda, babamla aramızda geçen bir konuşma oldu ki, bunu ne o unuttu, ne de ben unuttum ömrüm boyunca...

Bugün, bu yazıyı o yüzden kaleme aldım, o konuşma hayatımızın kökten değişimine sebep olacak cinstendi, çünkü bilindiği gibi, Bulgarlar beş asır boyunca Osmanlı egemenliği altında yaşamışlar. Yaşanan savaşlardan kanlı sahneler, tarih kitaplarında basılmıştı, vahşet dolu resimler çocuk kalplerde derin izler bırakmaktaydı. Nasıl etkilenmişim, nasıl üzülmüşüm, günün birinde eve gelir gelmez babama; "Nefret ediyorum, bu Türklerden baba, nasıl kötülükler yapmışlar bir bilsen, öğretmen anlattı bugün." dedim... 

Dışarıda avlu bahçesinde çeşmemiz vardı bizim. Babam, o çok sevdiğim tombul ellerini sabunlamış, köpürte  köpürte yıkıyordu. Ben ise yanı başında dikilmiş, okul forması üzerimde, daha yeni gelmişim okuldan. İçimde kabarmış o acıma duygusuyla, karışık öfkemi paylaşmak istiyorum bir an önce. Suyun sesinden olacak, ilk başta anlamadı beni babam, elleri sabunlu döndü bana doğru; "Ne dedin, sen?" "Türklerden nefret ediyorum, baba, çok kötülükler yapmışlar zamanında, öğretmen öyle anlattı bugün derste."  Babacığımın yüzündeki ifadeler saniyeler içinde değişiyordu. Şaşırdı ilk önce. Sonradan ise o gür kaşlarını çattı, ciddi ve çok kızgındı. Sabun köpükleri ise şıp şıp pantolununa damlıyordu. Onları hiç görmüyordu bile babam. Sonra acı ama çok acı gülümsedi ve başını aşağı yukarı sallayıp; "Desene sen geç kalıyorsun baba, acele etmen lazım!" dedi.

Onun kadar ben de şaşkındım, olan bitenden bir şey anlamıyordum. Sadece babamı çok üzdüm diye kahroluyordum. Anlamadım, babam, o melek kalpli babacığım, herkese acıyan ve yardım eden, bu kadar öldürülmüş insana neden hiç acımıyordu ki? Neden? Nereye geç kaldık biz, neden acele etmemiz lazım? Bütün bu soruların cevabını ilerleyen günlerde öğrenmiş oldum. Bizim ailece çektirdiğimiz o ilk fotoğraf GEÇ KALMAMAK İÇİN acil çektirdiğimiz fotoğraf oldu. 

Kolay mı olur göç işlemleri? Ben bilmem, o senelerde hiç bilmedim, öğrenemedim, henüz çocuktuk abimle. Ama babam biliyordu, gördü, bütün zorlukları o yaşadı. İstek yapacağız size diye söz verip, sözünde durmayanların vefasızlığını gördü. O senelerde daha yeni çıkmış televizyonu hediye kabul eden, ''Ben getirteceğim seni Türkiye'ye" diye boş vaatlerde bulunan akrabanın da vurdumduymazlığı onu hayal kırıklığına uğrattı. Uzaktan akrabamız olan, hakikaten iyi niyetli olan birinin de gönderdiği evrak eksikliklerinin akabinde aldığımız olumsuz cevaptan sonra iyice kahroldu.

Kısaca, umduğu o göçler için bir dünya para harcadı ama ne 1972'de, ne de 1978'de olumlu oldu bizim aile için. Şanslı olanlar gittiler, tabi ki. Babamın özenerek, derinden bir iç çekişiyle dediği gibi; ''Kavuştular Ana Vatana!'' Bu zaman içinde bizler, tabi ki, büyüdük, okullarımızı bitirip, abimle birer meslek sahibi, sonra da evlenip aile sahibi de olduk, fakat okulda olduğu gibi, iş hayatında da ayrımcılığı görüyor ve yaşıyorduk. Okuldaki eğitim gördüğümüz Bulgaristan tarihiydi, eserlerini incelediklerimiz hep Bulgar asıllı şair ve yazarlardı. Bizler Ana Vatana kavuştuktan sonra, artık ilerlemiş yaşlarda, Türk tarihini ve edebiyatını öğrendik, hala öğrenmeye de devam ediyoruz. Nasıl, üzücü dimi?

Bir başka anımı da buruk yürekle hatırlıyorum. Çalıştığım yer tabela üretimiyle ilgiliydi. Günün birinde şefim bir yazı koydu önüme. "Bunu sen çözersin, Türksun ya!" dedi. Yazıda "Ruhu şad olsun!" yazıyordu. Ben bunu tercüme edemedim. Sonuç için gelen şefimin karşısında, hissettiklerim öyle bir karmaşa içindeydi ki, nasıl anlatsam. Kendime olan kızgınlığımın nedenini bilmiyordum, sonra düzene isyan, kendi isteğimiz dışında mecbur edilişimizler, ilk defa o zaman bunları düşündüğümü hatırlıyorum...

Türk olan, Türkiye'de yaşamalıdır. Gecen zaman içinde, babacığımın çocuklarına, bize olan sevgisini, kat kat fazlasıyla her bir dede gibi artık torunlarına veriyordu. Artan sevgisiyle onlar için, gelecekleri için, endişeleri de artıyordu, ne yazık ki. Yersiz değildi korkuları. Aynı babası gibi, o da kulağından ayırmıyordu radyoyu, oradan değişik frekanslardan gerçekleri duyuyordu. O gerçekler, hani Bulgar radyosu ve televizyonu asla dile getirmediği, gizlenen gerçekler... Gizlediler hepimizden, 1984 yılında, Kırcali'deki Türklerin adlarını değiştirdiklerini. Onların canları pahasına, bu haksızlığa nasıl mertçe karşı koyduklarını. Tanklarla ezilenleri, kurşunla öldürenleri. Hepsini, Türkiye radyosundan kaçak ve gizli gizli dinleyerek öğrendik biz. Babacığım, bunları duydukça telaşı, korkuları artıyor. ''Bizim ne yapıp edip göç etmemiz lazım! Türk olan Türkiye'de olur, orada olması lazım, kendi vatanında.'' hararetle ve isyanla bunları söylüyordu.

Hakikaten, neydi bu asırlar boyu devam eden Türk azınlığın başındaki kabus? Tarihte neler yaşanmış baksanıza, hep Türklerin başına gelmiş ne geldiyse. Bulgaristan'daki Türkler var oldukları süreçte hep göç etmek için çabalamışlar.  Osmanlı Rus Savaşı sonrasına, 1877- 1878 yıllarına dayanıyor yaşanan ilk büyük göç. 145 bin kişi göç ediyor o dönemde. 1912-1913 yıllarındaki Balkan Savaşları, Rumeli Türkleri için bozgun olması sonucunda, Bulgar komitecileri Trakya ve Makedonya'da büyük kıyımlar yapıyor. Bu katliamlardan kaçan Türkler yeniden Anadolu yollarına düşüyorlar. 200 bin Batı Trakya'dan, Makedonya'dan da 240 bin kişi Anadolu'ya sığınmış.

1984 yılında, Güney Bulgaristan'da başlayan utanç verici zoraki asimilasyon, bizim şehirde 25 ocak 1985 yılında gerçekleşti. Tam da bir politik hava estiriliyordu.''Zorla değil, bu isim değişikliği.Türkler, kendi soyunun, atalarının farkına vardılar!" Başta bahsettiğim babamla yaptığım o tarihi konuşmanın ardından uzun yıllar geçmişti.

Babama yaşattığım o son derece üzücü ve kahredici olayı, seneler sonrası benim kızım da babasına yaşattı, tam da o isim değiştirme esnasında. Okulda verilen ödevini yazıyor minik kızımız; "Benim adım Liliya Evtimova Serbezova, ben bir Bulgarım, benim vatanım Bulgaristan..." Benim sesle okudugum bu sözleri babası duyunca, büyük bir hiddetle odaya dalıp kızıma attığı o sert bakış. Bana nasıl tanıdık geldi o bakış. Ben kızımın yaşındayken, babama; "Nefret ediyorum bu Türklerden!" dediğim o an, babacığımın bana ömrümde tek bir defa kızgınlıkla hayal kırıklığı ile baktığı o gün geldi aklıma. Şimdi sıra eşime gelmişti. "Geç kalmamak için" çabalamaya, acilen göç etmek için yollar aramak sırası şimdi ona gelmişti.

Tarihte bir kara leke olarak kalan, bu sözde soya dönüş komedisi, yıllar sonrasında Bulgarlar tarafından da doğru bulunmayıp kınanacaktı ama yıllar yıllar sonrası. Azınlık! Nedir, nasıl bir şey azınlık olmak? Soranlara şu cevabım olacak; "Kurban olmaktır, evet, kurban olmak! Siyaset kurbanı! Dünyanın her bir yerinde her bir azınlık için geçerlidir bu. Üzerinden hesaplar yapılan, para, toprak, ün için, güçlüler tarafından harcanandır azınlık!"

Nasıl güçlü bir hafizası vardır şu tarih dediklerinin. Hepsini kaydediyor, unutmuyor, unutturmuyor. Asırlar boyunca, bizim Türk azınlığının her bir ferdinin acı dolu hayatlarını da kaydetmiş. Her bir nesil de, bir öncekinin yaşadıklarını değiştirme çabasına girmiş. Nasıl mı? Göç ederek, bizim yaptığımız gibi.

Şimdi, artık buralarda biz kendi toprağımızdayız. Bizler sadece buraya ait olan öz Türkleriz. Biz, atalarımızın değiştirmediği tarihi değiştirdik. Babamın arka toprağı burada vatanında oldu. Torunlarımın büyüyüp yetişecek yer burasıdır, onların Ana Vatanı. Onlara kimse "Sen, Türk müsün?" diye sormayacak. Onlar, kendi tarihini okuyacak, kendi soylarından olan ozanların şiirlerini, türkülerini okuyacak. Allah'ın, Turkiye'ye bahşettiği Atatürk gibi yüce Ata'mızın izinde yürüyecek. Türkiye'de, Türk olarak gurur duyarak bir ömür tüketecek... 

Hatice ZAFER 

Not; Zafer ailesi, iki kez Türkiye'ye göç etmeye kalkışıyor. Bu iki fotograf, pasaport çıkarmak için çekilmiş. Sadece aradaki farkı ve kaybedilen  yılları, zaman makinası asla kapatamamış...

Bakmadan Geçme