SANATIN KALICI, SIRADIŞI GÜZELLİĞİ

Ahmet Türkay

____________

 

“… Boşlukta sarkışı gibi kolsuz bir yenin / Ulusuna hıyanet edişin var ya senin / Cezası ölüm olmuş hep hıyanet edenin/ Kısır görüşlerinle zindan gibi ıssızsın/ Çünkü sen bir vicdansızsın…”

Bulgaristan’da dikta rejimini karşısına alma yürekliliği gösteren yazar ve şair, Ömer Osman Erendoruk, dostluğa ihanet edenlerin üzerinde durmamış, ne var ki halkına ihanet edenleri asla bağışlamamıştı.

İnsancıllık özümsemeli, halkını sevme erdemi onun için yüce, kutsaldı. (Sabır Duası şiir kitabındaki lanetleme şiirinden alıntıladığım yukarıdaki dizelerde yüklendiği söz konusu kişi, gönüllü Orlin Zagorov Bulgar adını alan, ad değiştirme sürecinde yazarımızın deyişiyle “Komünistlerin zangoçluğunu yapan” Şükrü Tahirov’tur.)

Erendoruk, o sevgiyi milliyetçilik arenasına taşıyarak orada saplanıp kalmadı; başka ulus ve toplulukları, Bulgar ulusunu da saydı. Yanlışlıklarına körü körüne bağlı zamanın bağnaz siyasetçilerinin ülkede yaşayan Türk azınlığa uyguladığı baskıları Bulgar halkına mal etmedi. Çünkü onun da arkadaşlık ettiği bir Dobri’si, evine konuk gelen bir Zahari’si vardı.

Dillerin birbirine düşmanlıkları düşünülemeyeceği çıkarsamasından yola çıkarsak, iç içe yaşamış, yazgı birliği etmiş ve etmeyi sürdüren halkların da birbirlerine düşmanlıkları düşünülemez. Tarihte süregelen iğrenme, tiksinme ve ayrıştırma çabalarının çoğunu, her türlü kalleşliği, yasadışılığı uygulayan bütüncül erkler körüklemiş durmuşlardır.

Türk Edebiyatının özbeöz oğlu; Bulgaristan Türkleri Edebiyatı'nda özel bir yeri olan Ömer Osman Erendoruk, yazının tüm türlerinde yapıtlar verdi. Öyküyle çıktı yola, romanda karar kıldı. Gönlünde ılgara koşan yazma tutkusunu ne şiir ne öykü ne roman ne deneme ne de oyun söndürebildi. Romana kapağı atmasında en etkin etmenlerden biri sanırım, onun bu yazma istenciydi. Romanın sınırsız olanakları, uçsuz bucaksız özgürlüğü tam ona göreydi.

Görüşmelerimiz sırasında, gemleyemediği düşünce ve duygularını başıboş bıraktığını, onların akışını olağandışı bir hayranlıkla izlediğini söylerdi. “Kimisi menekşe, kimisi badem gözlü, baygın bakışlı, işveli esin perilerini de unutmamak gerek,” derdi.

Bilindiği üzere güzellik varlığını sanata borçludur. Sanatın ise kalıcı, sıra dışı bir güzelliği vardır; gözelerinde evrilme eğilimli birçok oluşumlar, biçimlenmeler taşır. Tek böbrekle yaşadığı için sonunun pek uzak olmadığını kestirebiliyordu. O nedenle kafasında harmanlanan konuları bir an önce yazıya dökmeye ivedileniyor, eğer ölüm hoşgörü süresini uzatırsa, yayımladığı kitapları yeniden ele almayı düşünüyordu.

Uçurum başlıklı romanında eleştirilemez denilen erki eleştirmesi, üstüne üstlük ona kafa tutması, yapıtın dosyasını okumaları için çevresindeki arkadaşlarına vermesi, onlardan birinin Erendoruk’u Emniyet Müdürlüğüne gammazlaması yüzünden yazar beş yıl hüküm giymiş, hapishane yılları boyunca yalnız şiirle uğraşmıştı. Bu alışkanlık onu cezasını tamamladıktan sonra da bırakmamıştı. Gençliğinde şiiri öyküyle yan yana götürürken, olgunluk çağında onu romanla at başı götürür olmuştu.

Konusu hiç değişmedi; hep Bulgaristan Türklerine uygulanan baskıları anlattı. Bazıları onu sosyalist yönetimin ülkedeki Türkleri eritme siyaseti konusuna saplanıp kalmakla suçluyordu. Kaldı ki, bu konu yazarın yazgısıydı; orada kalması doğallıkla olağan ve kaçınılmazdı.

Aslında Bulgaristan Türklerinin çilesi sanıldığı kadar bıktırıcı değildir. Değişik açı, yönden, bir başka anlatımla, art niyetsiz, önyargısız ele alınır, irdelenirse, usandırmaktan öte, okuyana ilginç bile gelebilir.

Erendoruk işte onu yaptı; konuya değişik yönlerden bakıp ele aldı, halkının sağaltımı olanaksız yaralı yaşamını romanlarında anlattı. Gerçi onun Bulgaristan Türklerinin yaşamının her evresine özgü yapıtları vardır. Ne ki ağırlıklı olarak sözde Marksist dizge dönemine eğilmeyi gerek gördü. Bir yazarın yaşadığı çağı, zamanı en iyi anlattığını hepimiz biliriz.

“…Bölünüp diliniyor yüreğim dilim dilim / Her dilim yüreğimden kopan haykırış / Mahpus oldum olalı sırılsıklam mendilim / Yüzümde ıstırabın izleri kırış kırış /…” (Dilim Dilim Yürek kitabının, Yüreksiz Şiir şiirinden.)

Batı hayranı olmamış, yapıtlarına gerekli yazınsal besini Türk Edebiyatından almıştı. Türk Edebiyatı, kimseyi yabancı akımlara gereksindirip özendirmeyecek denli varsıl bir edebiyattır. İçine girmek kolaydır da çıkmak kişinin yıllarını alır. Gerçi Erendoruk, yalnız Türk Edebiyatını izlemekle kalmamış, çevirilerinden Bulgar, Rus, Fransız, İngiliz, Alman, İtalyan, Amerikan edebiyatları ile de ilgilenerek, geniş bir birikim, deneyim kazanmıştı. Yabancı edebiyatlardan aldığı, Türk Edebiyatından aldıklarının yanında devede kulak kalır. Öteki yazınlarda bulamadığını Türk Edebiyatında bulduğunu bana hep söyler dururdu. En çok hoşuna giden, edebiyatımızın yeniliğe açık olması ne ki yine de özünde geleneksellik çizgisini korumasıydı.

Türkiye’de bütün yazdıklarında daha Bulgaristan’da iken girdiği sosyalist gerçekçilik akımından esinlenmeler, yansımalar vardır. “İnsan niçin kitap okur? Okuduğundan tat, zevk almak için değil mi? Yaşar Kemal’in İnce Memed’ini okuyunca hangimiz dağa çıkıp eşkıya olmak istemedik? Fakir Baykurt’un Onuncu Köy’ündeki o öğretmenle birlikte hepimiz sürgüne gitmedik mi? Sabahattin Ali’nin, Arabalar Beş Kuruşa öyküsünde araba satan çocuğun yanında değil miydik? Kışta kıyamette, “Ayran, buz gibi ayran!” diye bağırmadık, bir başka öyküde yazarla birlikte keller fırlatarak zalimlerin sırça köşklerini yıkmadık mı? Orhan Kemal’in Çukurova’sında, pamuk toplayanlarla beraber sivrisinek sokmalarından sıtma nöbetleri geçirmedik mi? Orhan Pamuk’un Kara Kitabı ile bilincimiz yorulmadı, düşüncelerimiz karışmadı, okuma isteğimiz sönmedi, gönlümüz kararmadı, ruhumuz sıkışıp kitabı elimizden fırlatmadık mı?” derdi.

Romanlarında zaman zaman eski sözcükler kullandıysa da yalın, akıcı bir dili hiç bırakmadı. Yapıtlarına aldığı kişiler yaşamını alın teriyle kazananlardı. Doğduğu Rodoplar bölgesinin insanlarının düşünüş, davranış, algılayış biçimini bilinçlice kullandı. O nedenledir ki roman kişileri okuyucuya bildik, tanıdık gibi gelir, olaylar kurmacadan öte birebir yaşanmışlık duygusu verir. Gerçi yazarın görevi gerçeklere doğaötesi güzellikler giydirip daha çekici, görkemli yapmak değil midir?

Bir yazar düşününüz; başkaları gibi komünist erke yaranmamış, acımasızlığını, kıyıcılığını bile bile onu karşısına almış, en etkin silahtan da caydırıcı kalemiyle kelle koltukta savaşmıştı.

“…Günlerin kapkaranlık loşluğunda sarkarak / Dil çiğniyorum tutsak mutluluğa tuzakta / Bir köpek kafatası parçalıyor /Üstüme yağmur, acı serpen karanlık / İçimde son ışığın gözlerini oymakta…”

Bakmadan Geçme