Öğretmenlerim bana sınıftaki sıra numaramla seslenirlerdi

Adların zorla değiştirilmesini tasvip edemeyen öğretmenler, sınıftaki sıra numaramla seslenirlerdi

Şair Aziz Nazmi Taş, 40 yıl önce yaşanan sözde “soya dönüş” sürecinin komünizmin Doğu Avrupa’daki çöküşüne denk gelmesinin onun kısa ömürlü olmasını sağladığını söylüyor.

Adların zorla değiştirilmesini tasvip edemeyen öğretmenler, sınıftaki sıra numaramla seslenirlerdi

Ailenizde isimleri nasıl değiştirdiler hatırlıyor musunuz? Bir yere mi çağırdılar, evinize mi geldiler?

İsimlerin değiştirildiği 1984/1985 ders yılının kış aylarında Batı Rodoplar’ın kalbinde bulunan, aynı zamanda da benim doğum yerim olan güzelim Smolyan şehrinde ilkokul beşe gidiyordum. Kimlik sahibi olmam için yaşım tutmadığından benim reşit olmayan dünyamda adım sadece okul kayıtlarında ve sınıf karnelerimde değişmesi gerekiyordu. Bir gün işten eve dönen babam, öğrencisi olduğum okulun başında bulunan müdürün, onun çalıştığı kamu işleri ve hizmetleri (БКС) şirketinin müdürünü defalarca arayıp Türkçe adımı öğrenci listelerinde görmeye artık tahammül edemediğini, ailece adlarımızın bir an önce değiştirilmesi gerektiğini dile getirdiğini anlattı. Bu olaydan kısa bir süre sonra o zamanki emniyet elemanlarının anne ve babamın kimliklerini ellerinden aldığını anladım.

Evimize gelen olmadı, ama babam çoğu hafta sonu yaptığı üzere Doğu Rodoplar’daki köyüne giderken milisler yolda durdurup “yeşil pasaport” denen kimliğine el koymuşlar, yenisini almak için bölge karakoluna gitmesi gerektiğini söylemişler. Ninelerimin ve dedelerimin köylerine ise silâhlı milisler gelip köylüleri muhtarlığa toplamıştı.

Aile reisleri hane fertlerinin yeni isimleri belirlenirken söz sahibi sayılırdı ama birçoğu bu işi karakollarda ve muhtarlıklardaki memurlara devretmeyi tercih ediyordu. Yeni kimliklerde kullanılmak üzere eski kimliklerde yer alan siyah-beyaz fotoğrafların apar topar kalitesi düşük fotoğrafları çekildiği için ad değişimi süreci tamamlandığında kimliğin bir Türk’e ait olup olmadığını anlamak için fotoğraf kısmına bakmak yeterli oluyordu.

Okul müdürü, adımın nihayet değiştirildiğini haber veren müjdeyi alınca sınıfımdan sorumlu öğretmen Mariya Angelova’ya bana yeni karne doldurtması talimatını vermiş. Adı gibi meleği andıran bir öğretmendi. Acımı bir nebze hafifletmek için karneye dayatılmış ismi bizzat doldurup bana teslim etti. Kendisine müteşekkirim.

İsimler değiştirildikten sonra okula gidince arkadaşlarınız nasıl karşıladı? Arkadaşlarınız hangi adınızı kullanıyordu?

Türkçede kullanılan okul arkadaşı tabirini her zaman garipsemişimdir, çünkü ilkokulda da lisede de sınıfımda sadece tek bir arkadaşım oldu. Yedinci sınıfa kadar şehrin en büyük okulu olan “Kiril ve Metodi”de öğrenciydim ama orada geçirdiğim altı yıl boyunca ikinci bir Türk öğrenciye rastlamadım. Pomaklar vardı ama tümünün adları Bulgarcaydı. Belki de bu durumdan dolayı kendimi çok yalnız ve dışlanmış hissediyordum.

Adların değiştirildiği dönemde okullarda eşzamanlı olarak veli toplantıları düzenlendi ve anne babalara çocuklarına konuyla ilgili bilgi vermeleri, bundan böyle kesinlikle Türk isimlerinin kullanılmaması istendi. Benim okulda bir, bilemedin iki Türk öğrenci için ciddi bir “çaba” sayılırdı. Devletin uydurduğu efsaneye göre bizler Osmanlı döneminde zorla Türkleştirilmiş ama hâlihazırda topluca Bulgar kökenini idrak edip aslına dönmek için Hıristiyan adları benimseyen Müslümanlardık ve eski adlarımızın kullanılmasından hiç mi hiç hoşlanmıyorduk, dolayısıyla öğrenciler bizi incitmemek için bize sadece yeni isimlerimizle hitap etmeliydi. Gerçekten de sınıfımdaki bütün öğrenciler sadece Bulgar ismiyle bana sesleniyordu. Bir defasında en çok beğendiğim öğretmenlerden biri Dora Damyanova, Rusça dersinde bana gerçek adımla hitap edince, sınıftaki öğrencilerin büyük kısmı “Onu incitiyorsunuz! Onun adı be değil!” diyerek duruma itiraz etmişlerdi. Bunu yaparken de gayet samimiydiler.

Adların zorla değiştirilmesini tasvip etmeyip ıstırabımı bir nebze hafifletmek isteyen öğretmenler, bana sınıftaki sıra numaramla seslenirlerdi: “Tahtaya 3 numara çıksın” ya da bana elle işaret edip sorularını cevaplamamı söylerlerdi. Ne var ki karnemin ikinci sayfasında isimleri sıralanan öğretmenlerin sadece küçük bir kısmı bana dayatılan ismi duydukça ruhumda kopan fırtınaların farkındaydı. 6. sınıfta okul karnemi kendim doldurmam gerekiyordu ve bunu yapmaya kalkıştığımda nefret ettiğim ismi yazarken büyük bir günah işlermişim hissine kapıldım ve düştüğüm durumun üstesinden gelebilmek için bir azizlik düşündüm. Bakış açısına göre buna şeytanlık da denebilir tabi. Yunan asıllı Bulgar adının üzerine yaz tatillerinde Şakir dedemden öğrendiğim Arapça harflerle “Aziz” yazdım. Bu ara sizinle adaş sayılırız, İzzet de aynı kökten türeyen bir isimdir. Yeni icat ettiğim sahte ad üzerine hakikisini yerleştirme işlemini “velinin adı” kısmına da uygulayarak “Nazmi” yazdım. Ama bu bile beni teselli etmeye yeterli olmadığı için ortaokulda karnelerimi hep babama, lise yıllarında ise can dostum Yavor Şopov’a doldurttum. Bunlar benim devlet politikalarına çocukça karşı koyma eylemlerimdi. Karnelerden farklı olarak okul defterlerim “düzenbazlıklara” daha elverişliydi. Başlangıçta üzerlerine hiçbir şey yazmıyordum, daha sonraları ise sınıf numaramla yetiniyordum: No.2, No.3 ve No.24. Bir defasında okul dönüşü çantamı otobüste unutmuştum, kaptan polise teslim etmiş, ama defterlerin hiçbirisinde isim bulamayınca sahibini tespit etmek epey sürmüştü. “Soya Dönüş” adımı basit bir matematiksel imgeye indirgemişti.

Akrabalarınız, komşularınız adlarınızı nasıl öğrendi, kullandı mı bu adları?

Ailece anne babamın memleketinden 80 kilometre kadar uzağında bulunan Smolyan’da yaşadığımız için yakınımızda pek akraba yoktu. Bir tek annemin yeğeni Rahim ve ailesi aynı şehirde kalıyordu. Şehir genelinde belki 20 civarında tanıdık Türk ailesi daha vardı. 1985-1990 arası ne biz onların devlet tarafından dayatılan adlarını, ne de onlar bizimkileri merak edip kullanmaya kalkıştı. Yaşadığımız apartmandaki komşularımız da aynı hassasiyeti gösteriyordu.

Konuyla ilgili bir okul hatıramı daha paylaşmak istiyorum. Tarih öğretmenim V. P. iki hafta boyunca dersinin ilk dakikalarında beni karatahtaya çıkarıp sınıfın önünde nine, dede, hala, amca, dayı ve teyze gibi yakın akrabalarımın adlarını sordu. Ad değiştirme süreci yeni tamamlanmıştı, istesek bile ev telefonlarımızın bile olmadığı o zamanki şartlarda o kadar kısa zamanda akrabalarımızla iletişime geçemezdik. Zaten bundan önce de nadiren mektuplaşıyorduk, bu melun dönemde Bulgar isimlerini sadece ağır hastalık ve vefat gibi acil durumlarda telgraf çekmek için kullandık. Uzun yıllar Tarih dersinde maruz kaldığım işkencenin hocanın marifeti zannettim ama otuz yıl aradan sonra bir sohbet esnasında ağabeyimin bir sınıf arkadaşından aynı şeyin başka bir okulda onun da başına geldiğini öğrendim. Bu olayı kendisinden değil de başka birinden işitmek de manidar. Belli ki ağabeyim böyle bir olayı paylaşmayı gururuna yedirememişti.

Vefat etmiş dedelerinize adlarını nasıl seçtiniz?

Genellikle asıl isim ile dayatılan arasında fonetik benzerlik olmasına dikkat edilirdi, ama Ş harfiyle fazla Bulgar ismi olmadığından yeni isimleri nüfus kütüklerine kaydeden memur babama M ile başlayan bir isim teklif etmiş. Niye dedeme değil de babama onu da bilemiyorum, muhtemelen yerli idarelerin bizim köylerdeki yaşlıları şehre kadar taşıma zahmetine katlanmamak için. Şakir dedemin eşi Emine ninem 1984’ün yazında vefat ettiği için ad değiştirme zulmüne tanık olmadı. Yeni kütükte Türk isminin yerine nasıl bir isim düşüldüğünü de asla öğrenmedim, merak da etmedim. Annemin baba adını da o dönemde bazı formlarda doldurmama rağmen hafızamdan silmişim. Soyadı konusunda babam şöyle bir hile denemiş: Şakir dedem gençliğinde Münir ve İsmail adında iki kardeşi ile taşçılıkla uğraşmış, babam da nüfus memuruna “mümkünse soyadımız Taşçiev olsun” demiş. Memur bunu kabul etmemiş ama yine de ailemize kıyak geçerek kütüğe “Taşev” yazmış. Dayatılan ismin kıyısındaki bu taş ev bir nebze olsun acımızı hafifletmişti ve ben imkân doğrultusunda “A. N. Taşev”i kullanıyordum.

Bulgarca adınız neydi diye sormayacağım, ama alışabildiniz mi?

Asla ve kata! Her duyduğumda içim burkuluyordu. Okulda düzenlenen bir şiir çevirisi yarışmasına katılmıştım ve uğraşım ödüle layık görülmüştüm. Ödül töreninde okul müdürü beni sahneye çağırdığında etrafımdaki öğretmenlerin ve öğrencilerin çıkmam konusunda ısrar etmelerine rağmen yerimden kımıldamamıştım. Tabi sonra müdürün odasına çağırıldım ve açtığım isyan bayrağının hesabı soruldu. Tutumumu izah ederken “Ben bir süredir şiirler yazıyorum ve bugüne dek onları hep “Aziz Taş” diye imzaladım” demiştim. Bu gerçeği yansıtıyordu. Bir süre önce Smolyan’da katıldığım yazarlık kulübü “Atanas Dalçev”in hocası şair Hristo Stoyanov daha ilk günden bana sadece Türk adımla hitap edeceğini ve şiirlerimi nasıl imzalayacağımı kararlaştırmamız gerektiğini söylemişti. Ben de gönlümden geçen Taş’ı o zaman tedavüle sokmuştum.

Bugünden bakınca bir kişinin isminin değiştirilmesi, milletinin değiştirilmesi saçma geliyor insana, sizce o zamanki devlet bunun başarılı olacağına inanıyor muydu?

Bu tür devlet politikaları genellikle uzun vadeli olur ve mağdurların tepkileri doğrultusunda hızlandırılır veya yavaşlatılır. Sözde “soya dönüş” sürecinin 1980’li yılların ikinci yarısına dolayısıyla komünizmin Doğu Avrupa’daki çöküşüne denk gelmesi onun kısa ömürlü olmasını sağlamıştır. Benzer süreçler Bulgaristan’daki Pomak ve Müslüman Romanlara 20. yüzyıl boyunca defalarca dayatıldığından günümüzde bu kardeşlerimizin birçoğu (en azından devlet nezdinde) Bulgarca isimler kullanmaktadır.

Bu olaylar ülke dışında biliniyor mu? Öğrenince tepkiler ne oluyor?

O dönemde Bulgaristan’dan yurtdışı televizyon kanalları izlenemediğinden adlarımızın zorla değiştirilmesi olayına tepkileri bir tek Amerika’nın Sesi Radyosu (Voice of Amerika) ve Özgür Avrupa Radyosu (Radio Free Europe) gibi medya organların Bulgarca ve Türkçe yayınları sayesinde takip edebiliyorduk. Türkiye’nin yanı sıra ABD, Batı Almanya ve daha birçok ülkenin bu süreci kınadığını ve Bulgaristan üzerine diplomatik baskı uyguladığını öğrenmek bizi umutlandırıyordu. Bir programda “Hasan Nasıl Asen Oldu” başlıklı bir yorumu hatırlıyorum. Hasan’dan “h” atılınca Asan, Asan’ın ise Asen ile benzerliği aşikâr. Ağlar mısın güler misin?

İmkân doğrultusunda bu olayları mazide kalmasına rağmen yurtdışında katıldığım çeşitli forumlarda dile getirmeye çalıştım. Örneğin, 2007 yılında ABD’denin Iowa şehrinde katıldığım bir yazarlık programında düzenlenen “Göç, Diaspora ve Sürgün” başlıklı panelde 1984-1990 arası yaşanan zorla Bulgarlaştırma ve zorunlu göçün tarihçesini ve Bulgaristan Türk yazarlarının bu sürece tepkisini anlatan bir tebliğ sundum. Doğal olarak orada bulunanların neredeyse hiçbiri böyle olayların yaşandığından haberdar değildi ve verdikleri tepki ve değerlendirmeyi önceki soruda kullandığınız bir ibareyle özetleyebilirim “saçma”.

İsimlerinizi ne zaman ve nasıl geri aldınız? Bize zorla verilen Bulgar isimleri hâlâ nüfus kayıtlarında korunuyor. Bu doğru mu sizce?

1990 yılının ilk aylarında televizyon ekranlarında izlediğimiz bir haberden isimlerimizi mahkemeye başvurarak geri alabileceğimizi öğrendik. Süreci babam takip ettiği için ayrıntı hatırlamıyorum, ama sanırım mesele mahkemeye gerek kalmadan belediye nezdinde hallolmuştu. Türk isimlerine ilk kavuşanların 1984 öncesinde de olduğu gibi baba ve soyadlarının sonlarında “-ov/-ev” vardı yine, ama bizim şansımıza sıra bize gelene kadar bu eklerin kullanılması zorunluluğu ortadan kaldırıldı. 1989 ve sonrasında birçok soydaşımız eski adını geri alamadan Türkiye’ye göç etti ve Bulgar adları hukuken geçerliliğini korumuş oldu. Gönül isterdi ki devlet başvuruya gerek kalmadan eski isimleri iade etsin ama bunu yapmadığına göre dayatılan isimler resmî olarak nüfus kayıtlarında korunmaya devam edecek çünkü pasaport da dâhil 1984-1989 arası değiştirilen veya verilen birçok belgede Bulgar isimleri mevcut ve bunlar yok edilirse yine sahipleri mağdur edilecek.

O dönemde yalnız isimlerimiz alınmadı – Türkçe konuşmalar yasaktı, vefat edenler tabutla gömüldü, bunlardan ziyade şehitlerimiz oldu, hapse atılanlar, kamplara gönderilenler. Tüm bu suçlar cezasız kaldı. Haksızlık değil mi bu?

Haksızlığın daniskası! İşin en kötü yanı da bazı yerlerde Türkçe konuşma vesaire yasakların aydın diye geçinen Türkler tarafından denetlenmesi ve kendi akrabaları bile olsa yasakları ihlâl edenlere ceza kesmeleri… Şehitlerimizin ruhları şad olsun! Hapse giden, kamplara gönderilen ve herhangi bir şekilde kimliğimize sahip çıkanlardan Allah razı olsun! Vatanımız bildiğimiz devletin adalet sistemi ve 35 yıldır bizi temsil ettiğini iddia eden siyasî partiler bu süreçte işlenen suçların cezasız kalmasını sağladıkları için, mecburen suçluları da toplumca O’na havale etmek zorunda bırakılıyoruz, çünkü bilindiği üzere “Geciken adalet adalet değildir”.

İzzet İsmailov,

БНТ

Bakmadan Geçme