O Yalnız Duygularını Öldürebilirdi

***Kalktı, ayaklarının ucuna basarak koridora çıktı. Konutun karanlığına karışan karaltısı yatak odasına süzüldü. Bundan böyle serseriye cesaret gelmiş, kasılarak içinde racon kesiyordu. Ancak duyulabilen bir çıt sesi ile kapıyı açtı. Kedi yürüyüşüne öykünen sessiz adımlarla içeri girdi. Usulcacık Emel'in üzerinden yorganı sıyırdı. Karanlıkta belli belirsiz seçebildiği çehreye yüreği yanıp, acıyarak baktı.

Ahmet TÜRKAY

O YALNIZ DUYGULARINI ÖLDÜREBİLİRDİ

( Öykü )

Baştan sona şiirsel olan romanını bitirince, hoşça kal düzyazı, diyecekti.

Onun yaşama bakış açısını; parmak izi gibi özgün söylemleri, tavır, davranışları, insanı gönülden saran iç ve dış güzelliğini, bir başka anlatımla, Emel’i bütünüyle anlatmadan olmazdı.

Şair bunları anlatınca, genç kadın kılağısı alınmış bıçak gibi keskin bir kahkaha attı.

“Şiirlerine esin kaynağı olduğum yetmedi demek!”

“O bir çiçek,” dedi şair düşüncelerinin diliyle ve usundan onu kıyaslayadığı değişik renkte çiçek türleri geçti.

Restoranın uzak bir köşesinde, gözlerini onlardan ayırmayan adam, kıskançlık bunalımına girdi. Alt dudağını dişleri arasına aldı; hırsla geveledi. Kıyıcı bir hınç, kin içinde uğundu. Özellikle kentin ünlülerinin geldikleri bu büyük, gösterişli lokantada, ucu nereye varacağını kestiremediği bir skandalı göze alamadı.

İşler çığırından çıkmadan duruma el atmak istemiş, Emel, kişisel hak ve özgürlüğüne karışamayacağı tepkisini göstermişti: “Kendi görüş, anlayışıma göre yaşayacağım, sen karışma. Sonra değiş, çağa ayak uydur sen de artık. Bak dünya nereye gidiyor, sen neredesin,” demişti.

“Çağa ayak uydurmak, çağdaşlaşmak bu demekse, böyle çağdaşlaşmalara, çağa ayak uydurmalara lanet olsun!” dedi adam içinden.

Ahlak düşkünlüğü, çöküntüsüne giden bu gibi değişim ve açılımlara ömür boyu kapalı olacaktı. O, tutucu eğilimi, gelenek, göreneklere saygısı, ataerkil yaşam biçimiyle yerinden hoşnuttu. Çağa ayak uydurup, onunla atbaşı gitmiyordu ama çağdaşlıktan büsbütün koptuğu söylenemezdi. Uygarlığın bir iki adım gerisinden, aradaki mesafeyi koruyarak, ağır aksak ilerliyordu.

Şair: “Tüm yoğun uğraşılarıma karşın, seni şiire sığdıramadım. Sonra tamı tamına çözümlemek neredeyse olanaksız seni. İnan, şiiri açımlamak, kadar zor. Evet, şiire sığmadın, umarım roman sana dar gelmez.”

Bir yerel televizyon kanalında program yapımcılığı, sunuculuk yapan Emel, sigara dumanını bulut bulut başının üstüne savurdu. Dilini dolgun, ıslak dudaklarından geçirdi; eli kendiliğinden kahve fincanına gitti. “Sözcüklere can, ruh veren, söz geçirebilen karşımdaki,” diye düşündü. “Sözlerden ordusu ile bir gün şiirde devrim gerçekleştireceğine bütün kalbimle inanıyorum.”

Adam, eşinin onu çekmeye çalıştığı dünyanın, duyguların taştığı, mantığın edilginleştiği, gürültülü patırtılı, ürkütücü bir çılgınlığa koştuğunu görüyordu. Aşırılık ekseninde dönen, etkinliklerine katılmadığı o dünyanın kıyısına oturmuş, olup bitenleri seyretmekten öte elinden bir şey gelmiyordu.

Onuru kırık, sersem sepelek restorandan çıktı.

Aklı durmuş, düşünceler boykot edercesine oradan çekiliyordu. İçinde bir açmazın artan bunları, yaşadığından habersiz, canlı bir korkuluk gibi ana sokakta dolaştı. Yanından geçerken, bir seyyar mutfak eşyaları satıcısını durdurdu, çelik parıltılı, büyükçe, Laz Baba Sürmene taklidi bir bıçak satın aldı. Yaşadığı ruhsal yıkım ona yaklaşmakta olan bir kıyımın ayak seslerini duyurur gibiydi.

Ömründe ilk kez öğreniminden, yaşadığı kentin Futbol Kulübü Başkanlığındaki görevinden, bir de niyetini engellediğini sezinlediği mantığından iğrendi. Öğrenimi az, bilgisi kıt biri olsaydı, eseme diye bir şey bilmeyecek, şu an bayağılıklarını kıskandığı insancıklardan biri olacaktı. Yaralı onuru kanıyor, sancıyor, acımasız bir öfke, kin üretiyordu.

Öç kasırgası, iyilikten yana olan bütün düşüncelerini bura bura söktü, bir kale gibi sağlam mantığını çatır çatır yıktı. Davranışları yumuşak, anlayışlı, hoşgörülü, o olgun adam kişiliğinden çekildi, yerine ayaktakımı, sıradan insanlardan biri geldi. Sol kolunu az yukarı kaldırarak, ceketinin iç cebine soktuğu, çözüm, çare olarak gördüğü bıçağı güvenle bastırdı. Gazeteye sarıp sarmaladığı, çantaya koyduğu ipi de anımsamadan geçemedi. Kurtuluşu bu ikisinde görüyordu. Köyünün dışında, babasından kalma, kardeşinin işlediği tarlada, yaşlı yaban armudu ağacının bir dalında, esen yelle hafifçe sallanan gövdesini hayal etti, tüyü bile kıpırdamadı. Bu ona gündelik, olağan bir olaymış gibi geldi. Kargalar ipte sallanışını görünce gelip o ağaca konar mıydı? Onları ürküteceği için ruhunda ince bir sızı duydu.

Vakit geçirmek için kentin sinemalarını gezdi. Hiçbir filmi sonuna dek izleyemedi. Matineler yarıya gelmeden sıkıldı, salonları terk etti. Uzun uzun avare gibi sokakları, varoşları dolaştı.

Emel’in artık yattığı akıl yürütmesiyle eve döndü, aşevinin kapısı arkasına yere oturdu. Dizlerini karnına getirip, kolları arasına aldı, tortop oldu; hışmını burnundan soludu. Sezinleme yoluyla varlığını duyumsadığı içindeki serseriyi aradı. Şimdiye kadar bilmediği, ruhunun yabancı, karanlık bir yerinde gizlenirken ona rastladı. Serserinin bu denli ödleğini görmemişti. Sürgit tabanları yağlayacak uygun fırsat kolluyordu. Yüreklensin diye pohpohladı, ona övgüler düzdü. Arkasından: “Serseri, oğlum, gece yarıyı geçti. Haydi!” dedi.

Kalktı, ayaklarının ucuna basarak koridora çıktı. Konutun karanlığına karışan karaltısı yatak odasına süzüldü. Bundan böyle serseriye cesaret gelmiş, kasılarak içinde racon kesiyordu. Ancak duyulabilen bir çıt sesi ile kapıyı açtı. Kedi yürüyüşüne öykünen sessiz adımlarla içeri girdi. Usulcacık Emel’in üzerinden yorganı sıyırdı. Karanlıkta belli belirsiz seçebildiği çehreye yüreği yanıp, acıyarak baktı.

Aileyi ayakta tutmak için gösterdiği çabaların, bütün iyi niyetlerinin karşılığı alaysama, aşağısama olduğu hâlde, aşırılıkların bu immoral kadınını seviyordu. Şu an üzüldüğü tek şey, Emel’in bunu anlamamış olmasıydı. İçindeki işsiz güçsüz berduşun: “Haydi patron, ben hazırım!” demesi, onu kendine getirdi, unutur gibi olduğu işine odakladı. Bu yatak odasına dünyanın en zor işini yapmaya girmişti. Eli ivedilikle ceketinin iç cebine gitti. Meşin kınlı bıçağın sapını kavradı. Çekerek onu içindeki serseriye uzattı. Ne var ki ipsiz, fertiği kırmış, yerinde yeller esiyordu. “Ulan şerefsiz, neredesin?” diye içsesle ona bağırdı.

Mantığı utana sıkıla, kös kös yerine döndü.

Apansız gelen sakat bir hoşnutluk, onurunun asık suratını yaladı. Bilincinin durgunluğu üzerine çöken koyu sis yavaşçacık dağılmış, ağır ağır olumlu gelişmelerin kımıltıları başlamış, öğleden beri benliğini kasıp kavuran öç fırtınası şiddetini yitirmişti.

İstediği hâlde mantığının kurşun yağmuruna tuttuğu duygularının yardımına koşamadı. Yalnız uzaktan çığlıklarını dinlemekle yetindi. Yaralı duygular, “Yetiş, kurtar!” diye ona yalvararak can çekişiyor, mantığı yardım etmemesi için onu boyuna uyarıyordu. Duygularına doğru bir adım atsa, cinayetin manyetik çekimine kapılıp gidecekti.

Hani davranışlarında özgür, bayağı birine dönüşmüş, sözde gözünü kırpmadan Emel’i öldürecekti? Ne yazık öldürmek herkesin harcı değilmiş, özellikle de onun. Öldürebilirse eğer, yalnız duygularını öldürürdü o.

Tasarladığı cinayeti işlemiş gibi gittikçe artan bir suçluluk duygusu, ruhsal çöküntülükle elbette ki karısının yanına yatamazdı. Ayakları onu bilinçsizce yatak odasından çıkardı, ıkıl ıkıl oturma odasına götürdü. Oturdu, başını koltuğun arkalığına yasladı. Güçsüz, bitik, gözlerini kapadı.

(Yakında Klaros Yayınlarından Çıkacak olan Leylek Kokan Senfoniler Kitabımdan)

Bakmadan Geçme