Naim'in mirası, sporcularımıza umut olsun...

2024 Paris Olimpiyatları sansasyonel bir şekilde başladı. Fransa'nın empatiden uzak yaklaşımına, bu yazıda değinmeyeceğim.

Bize gelince, Türk Olimpiyat Takımı'nın kıyafetlerini fazlasıyla tartıştık. Bir taraftan da Filenin Sultanları hiç olmaması gereken bir şekilde gündemin merceğine oturdu. Bu türden gündemlerin hiçbirisi açıkçası beni motive etmiyor.

İster istemez, bu tablo 36 yıl öncesine, Naim'in Seul'deki başarısına götürdü. Başlangıcı hiç de öyle dikkat çekici türden olmayan bir yolculuğa. Mükemmel olmayan ekipmanlar, çok çekici olmayan bir spor dalı, örnek alabileceği bir rol modelinin olmadığı küçük bir kasaba.

Böyle bir yerden rekorları alt üst eden, 3 defa olimpiyat şampiyonu biri çıkar mı diye sorabilirsiniz.

Çıkıyor! Öyle mucize filan demeye de gerek yok. Mucize dersek bir daha yeni Naim'ler çıkmaz.

Peki nasıl oluyor da Kırcaali'deki, bu salondan kocaman bir Naim çıkıyor?

Sorunun cevabı ders kitaplarına girmesi gereken bir hikaye.

1970’li yıllarda bir köyde keşfeden usta ellerle, köklü bir disiplinle yoğuran, katı ama ispatlanmış metotları olan bir sistemle, çok güçlü bir anlamla büyüyen bir kahramanlık hikayesi onunkisi.

Bu üçlüden biri eksik olsa, o dört harfli küçük dev adam, bu denli iz bırakabilir miydi?

Bence, hayır!

Tarih 20 Eylül 1988. Şu anda 40 yaş üstünde olan kime sorsanız o güne ait bir hikayesi var. Kimimiz okuldan erken çıkmıştık, kimimiz babaannemizle televizyon başında dua ediyorduk, kimimiz Kanada’da zor geçen zamanlarımızda Naim’le umutlanmak istiyorduk…

Umutlandık da. Bazıları için ise o günün anlamı çok daha büyüktü.

11 yaşındaydım ve bir futbol takımında yer alıyordum. Çok yetenekli değildim, hoca beni maçlarda hep yedek bırakıyordu. Hocaya çokça sitem ediyordum, moralim de pek iyi değildi.

Antrenmandan sonra yolun kenarından arkadaşlarla eve dönerken yanımızdan geçen arabadan avazının çıktığı kadar bağıran bir ses:

“Naim, kazandııııı….”

O futbol takımında daha sonra ne olduğuna, ne yaptığıma ilişkin hiç bir anım yok. Ama yanımızdan geçen arabadaki o sesi hiç unutmuyorum.

Naim'in o gün yarışacağından haberim yoktu, ama o günden sonra bizim için hiçbir şey eskisi gibi olmadı.

O sebeple, Naim bir sporcudan çok daha ötesi, 20 Eylül de bir günden çok fazlası.

Seul’e gittiğimde en çok zevk aldığım şey Lotte World Tower’ın 123. katına çıkıp uzun uzun Naim’in olimpiyat şampiyonu olduğu o salona bakmak oldu.

Naim’le sadece 1 defa karşılaştım. Çok kısa bir karşılaşma.

1984 yazında tatildeki otelimize halterciler de kamp için gelmişti. Antrenörü Enver Türkeli’nin babamla sohbet ettiklerini, Naim’i işaret ederek “Los Angeles olimpiyatlarına gitseydik, bu çocuk olimpiyat şampiyonuydu” deyişini hayal meyal anımsıyorum.

Ben 7, Naim 17 yaşında. Sonrası ise büyük bir hikaye.

İşte böyle. Faydasız tartışmaları bir kenara bırakalım ve Naim'den ilham alalım.

Naim'in mirası, Paris'teki milli sporcularımıza umut olsun...

Dr. Hüseyin Güler

Bakmadan Geçme