MEZARLIKTAN DUYULAN BAYKUŞ SESİ…

Güney Rodoplar'ın dik bir yamacında biz binmişiz semersiz palaz eşeğin üzerine. Palaz eşek hızlandı, hızlandı, hızlandı ve taşlı tütün tarlası arasına girerek birden ani fren yaptıydı ve bizde dayıoğlu ile birlikte eşeğin önünden cumburlop tütün tarlasının içine. O gündür bu gündür eşeğe binmem…

MEZARLIKTAN DUYULAN BAYKUŞ SESİ…


Hayal meyal hatırlıyorum, küçüklüğümde Bulgaristan’da iken, yaz tatilinde köye gittiğimde, palaz eşeğin üzerinden dayıoğlu ile düşmemizin ardından bile, sanıyorum tam 48 sene geçmiş.

Güney Rodoplar’ın dik bir yamacında biz binmişiz semersiz palaz eşeğin üzerine. Palaz eşek hızlandı, hızlandı, hızlandı ve taşlı tütün tarlası arasına girerek birden ani fren yaptıydı ve bizde dayıoğlu ile birlikte eşeğin önünden cumburlop tütün tarlasının içine. O gündür bu gündür eşeğe binmem…

Çocukluğumuz il merkezi yanındaki kasaba kalabalığındaki köyümüz olan Sağırlar (Gluhar) ve il merkezi Kırcaali arasında geçti. Üç yaşında iken tanıştığım Gluhar köyünün yeni Sağırlar köyünün bende ayrı bir önemi var, zira çocukluğumuz, bugün Kırcaali’nin en büyük köyü olan ve il merkezine sadece üç kilometre uzaklıktaki bu köyde geçmiştir. Zaten buradan da Türkiye’ye göç etmiştik, 1978 yılının Temmuz ayında…

Yazları, dedemlerin bulunduğu doğduğumuz yer olan Alibey’in Konağı (Nanovitsa’ya) giderdik. Burası, eskiden dağ köylerinin büyük panayırlarda toplandığı ve bir araya geldiği büyük bir kasabaydı.

Şimdi ise artık insan yokluğunda, kimse kalmadığından, Mestanlı (Momçilgrad) kasabasına bir köy yapılmış durumda…

Hatırlıyorum köye gittiğimde ilk ziyaretimiz haliyle (Paviliyon) yani gıda malzemeleri satan bir büfe olurdu. Çünkü burasını rahmetli en büyük dayım Kalın Mustafa çalıştırırdı… Hemen iki adet vafla ( gofret) ile limonata şişesini kaptık mı, vururduk bayırlara doğru. O çocukluk kıvraklığımız ve çevikliğimizle, Kilitdere’ye inip, hemen bayır yukarı çam ormanlarının arasından Alibey Konağı’nın yukarı bir mahallesi sayılan ve Kayımoğulları, Orta mahalle ve Akçaoğulları gibi üç küme evlerden oluşan Seyidaliköy’e çıkmamız bir olurdu…

Ondan sonra hasret gidermeler başlardı. Sırasıyla nur yüzlü anneannem, arkasından öbür mahalledeki babaannem, sonra Osmanlı giyimi ve kuşamı olan, aba poturlu annemin babası dedem Kasım Hoca, daha sonra yine dimdik yürüyüşü ile tanınan babamın babası Mehmet dedemi görür ellerini öperdim…

Atalarım, o zaman söylediklerine göre, Konya Karaman’dan gelmişler bir zamanlar oraya. Arda nehrinin ve akabinde Ürpek Dağı’nın hemen doğusunda, Koşukavak kasabasının batısında, Burgaz ırmağının güneyinde yer alan Alibey Konağı (Nanovitsa), Osmanlı’nın Payitaht-tı İstanbul tarafından Sultanyeri olarak adlandırılıyormuş…

Yani, bu bölgedeki Türklere ve ailelerine kan kusturan Bulgar Komitacı Domuzciyev’den kurtarılan yerlerden ve daha sonra , 31 Ağustos 1913 tarihinde Eşref Kuşçubaşı ve mahiyetindeki bir avuç insan tarafından kurulan Batı Trakya Bağımsız Devleti’nin içinde yer almıştı Sultanyeri bir süre…

İnsanları da çok çile, zulüm, yokluk ve gurbet görmüş insanlardı… Ama yürekleri Rodoplar’ın gökyüzü kadar berrak ve güzel idi. Hiç unutmam dağ köyü Marıflar köyünden bir Halim dede var idi. Onlar Cuma namazı için dağ köyünden Alibey Konağa (Nanovitsa) inip, camide namaz kıldıktan sonra tekrardan köylerine dönerlerdi. Bizde onların yollarını kesip bize şeker vermelerini beklerdik, çocuk olarak.

Bize kuşaklarının arasına koydukları şekerlerden verirlerdi Cuma dönüşü…

Halim Dede hava tahminini bilmede de hünerli idi…O zaman hava tahmini nerdeee. Kim yapacak? Bizden daha büyükler soruyorlardı; “Halim dedeeee, bugün hava nasıl olacak?” diye. Halim dede, yolun ortasında dikilip, iki elini dürbün haline getirip, şöyle Ürpek Dağı’na bir bakış atar, gökteki süzülen kartalı izler, sağ işaret parmağını da ıslatarak yukarıya doğru tutar ve şöyle derdi:

“ Çöcüğüm, hava bugün güzel ama yel (rüzgar) artmaya başlayırı (başlıyor). Yarın hava bozcaak beya…”

Hava tahmini böyle yapılırdı…Köyde geçirdiğim yaz tatillerini, anneannemin bana her sabah içirdiği inek sütünü, babaannemlere gittiğimde bana yine sabahları içirdiği keçi sütünü, kekik kokan dağ yamaçlarını, gökte süzülen Rodop kartalını hiç unutamam. Dayıoğlu ile birlikte eşekten düştüğüm durumu…

Ah, eski günler, ah! Ama artık sadece anılarda kaldılar. Şimdi sadece ıssız yel esiyor oralarda. Dağı taşı bile ıssız ve sahipsiz kalmış. Taş üstüne taş bile kalmamış… O çökmeye yüz tutmuş ve ramak kalmış ata yadigarı evler de, çocuk cıvıltılarının duyulduğu eski günleri özlüyor ve kaderlerini bekliyorlar sanki. Gidenler söylüyorlar. Kilitdere’deki o bülbülün sesi, halen sabah çok erken saatlerde, meşelikte bulunan köy mezarlığındaki o baykuşun sesi de geceleri duyuluyormuş…

Yılmaz IŞIK


 

Bakmadan Geçme