MELEK GİBİ BİR KADINDI…

Komşu kadınları onu çok seviyorlardı. Bir sorunları oldu mu, onunla paylaşıyor, hep beraber çözüm arıyorlardı. Dinsel konularda da hazırlığı vardı. Duaları bilir, hatta kadın meftaları o yıkardı. Çocuklara da dualar öğretirdi…

MELEK GİBİ BİR KADINDI…
 

Belopoltsi köyü, orta büyüklükte ve oldukça iyi, ortalık bir yere konmuştur. Krumovgrat - İvaylovgrat yolu hemen üstümüzdedir. Biraz ileride, Haskovo'ya da yol gider. Balkan savaşlarından önce, Edirne' ye de buradan geçiliyormuş.

Bunların tamamı göz önünde bulundurularak, geçen asrın 50-li yıllarına dek köy, bir de dillere destan Akça alan Panayırı ile de meşhurdur.

Burada büyük alışverişler yapılıyor, güreş ve at koşuları da düzenleniyormuş.

1983-1984 yılları ve daha sonraları, bizim Türk halkı için yaşamak değil, cehennem azapları çekmekti. Komünistlerin gözü dönmüş, Pomakları, Çingeneleri zorla Bulgarlaştırdıkları yetmiyormuş gibi, Türkleri de yok etmek istiyorlardı!

Aralık ayının son günlerinde bu köyü ve komşu köyleri birer bire kuşatıp insanların adlarını değiştirdiler. Daha neler neler… Hep korkunç şeyler. Tüyler ürpertici şeyler…

Bundan tam 29 yıl önce, 29.11.1984 tarihinde, köy ablukaya alınır. Milisi, askeri sayısını kendileri bilir. Baştan ayağa kadar zırhlı, silahlı…Totaliter rejimin bu tür davranışları kazasız belasız geçmiyordu. Dağlara, ormanlara kaçanları köpekleri, telsizleri ile yakalıyor, onların da çarçabuk haklarından geliyorlardı.

Biz, Belopoltsi köyünde Hamide teyzenin, bu korkunç olaylarda başına gelenleri, yeğeni Sabri İsmail Ordu'dan dinleyelim:

"Teyzem, Hamide Mehmet Şirin, 19.02.1938'de komşu köyümüz olan Pelin'de doğmuştur. Hem amcam, hem eniştem ile aile ocağı kurarak, Akça alan'a (Belopoltsi) geliyorlar. Annem ve teyzem, iki kardeş ile evleniyorlar. Bir zamanlar böyle evlilikler oluyormuş… Teyzem, yakınım olduğu için söylemiyorum. Çok çalışkan kadındı. Tarlasını, hayvanları, evini biliyor, başkasını bilmiyordu. Haa, şunu da söyleyeyim. Komşu kadınları onu çok seviyorlardı. Bir sorunları oldu mu, onunla paylaşıyor, hep beraber çözüm arıyorlardı. Dinsel konularda da hazırlığı vardı. Duaları bilir, hatta kadın meftaları o yıkardı. Çocuklara da dualar öğretirdi…

O gün, bizi de kıskıvrak yakaladılar. Ormanlara kaçanları hemen yakalıyorlar, çünkü dedim ya, köy birkaç çember sarılı. Ev ev dolaşıp, yediden yetmişinin adını Bulgar adları ile değiştiriyorlar. Bunu, gönüllü yapan tek bir kişi çıkmamıştır, Belopoltsi denilen yerde. Belki yaranmak için yapanlar olmuşsa da, içlerinden buna karşıdırlar.

Silahlı kişilere karşı kim direnebilir? En son Hamide teyzemler kalmıştı. Kapılarına vuruluyor, açan yok. Pencerelere yükleniyorlar, sanki içeride ne in, ne cin. Bağrış çağırışlar, ortalık hop kalkıyor. Milislerin gözü kanlanmış, hasımlarını, adeta bir çırpıda yutacak azgınlar…

Akşam karanlığı da basmak üzere. Hepsi birer ifrit. Bir üst makama sürekli bilgiler veriliyor, oradan emirler alıyorlar. Biz, telsizlerle ne alınıp ne verildiğini bilmiyoruz. Şu kesin ki, koca köyde onları bir ev, bir hane uğraştırıyor! Bu hane de, ne oluyor, kim oluyor?!

Neden sonra kapıların, pencerelerin açılmadığını görünce, genç bir milis pencereye tırmanıp camı kırarak içeriye dalıyor. Ne olduysa, bundan sonra oluyor ve hemen bu genç adam içeriden diğerlerine kapıları açıyor. Ama kırılan camdan mı, yere yığılan soba borularından mı, alnında sıyrıklar hasıl oluyor. Belki kanamış da olabilir…

Dışarıdaki milisler açılan kapıdan ilk vahşiler gibi içeriye dalıyorlar ve, ne olacak, bakalım, diye meraklı meraklı, korku içindeki halk, içeriden, ayaklarından yakalanmış Hamide teyzenin çıkarıldığına tanık olur. Kadının saçı başı dağınık, öylece yerde sürünür. Bu, iki yüz metre kadar daha aşağılarda bulunan muhtarlık binasına kadar sürer. Kan revan içindedir teyzem. Başı, taşlara, çimento parçalarına çarparak, cansız bedendeymiş gibi bir iner, bir kalkar. Sanki yerde sürüklenen üç tane oğlan yetiştirmiş, büyütmüş bir anne değil, ölü bir köpek… Hele, makam binasından içeri gene sürüklenerek alınırken, yüzü gözü tanınmayacak şekilde kanlar içindedir.

Etrafındaki iktidar adamları, bu insanlık dışı olayı bir kahramanlık gösterisi olarak algılarlarken, içleri de biraz rahatlamış olabilir. Bir üst makama da muhakkak zafer mesajı gitmiştir: "Direnen son kaleyi de aldık! Belopoltsi'nin işini bitirdik!"

Kanlı olayları rahat rahat seyredenler de, sözde bizim, hakkımızı hukukumuzu savunacak olan yerel yönetmenlerimiz: Popovski, Georgi Çakırov, Pavel Kirçev vb. olayı bir tiyatro sahnesi izlermişçesine rahatlar. Muhtarlıkta, teyzeme ne yaptıklarını, ne ettiklerini bilmiyoruz. Bunun ardından Hamide cemi (cice-abla) Kırcaali'deki Tımarhaneye kaldırdılar. Sanki dilini yutmuş gibi, ne ah, ne oh. Ağzı kilitli gibi. Akıl hastanesinde onu bir odaya almışlar, yanına da kimseyi bırakmıyorlar. Kapıda milis bekliyor. Amcamı da hastaneye kaldırdılar. Her ikisinde de iler tutar yer bırakmamışlardı…

Biz, yakınları onları aramaya kalkıştık. Hiçbir makamdan bilgi alamıyoruz. Sanki yer açıldı, yere battılar. Hatta Savcılık kapısına da çıktık. Onlar hakkında hiç kimse bize bir bilgi vermiyor. Ertesi yıl, 1985'in Martında davaları görülecek. Teyzem gene susuyor. Hep susuyor. Biz, bunun nedenini bir türlü anlayamıyoruz. Altı ay boyunca, ak kara, iyi, kötü ağzından bir söz çıkmadı. Teyzemi mahkemede savunmak için bir şahıs görevlendirdik. Hani, bir nevi bizim cemaatten. Ama emniyet adamları onu susturdular. Mahkemede söz almasını yasakladılar. Düzmece şahitlerden bir tanesine göre, güya teyzem milise balta ile saldırmışmış… Oysa, işin aslı, muhtemelen milis pencereden girerken camlardan, ya da yere yığılan soba borulardan ufak tefek yara almış olabilir…

Mahkeme kararı çıktı: Teyzemi Ceza Yasasının 116. maddesine göre cezalandırdılar. Güya, devlet memurunun ölümünü azmettirmişmiş. Bu suça göre, 18 yıl zindanlarda yatacaktı...

Biz daha o zaman anladık ki, Hamide ceme bu cezayı, başkalarına gözdağı için veriyorlar. Demek ki, "Biz bu ülkenin mutlak hakimiyetleriyiz. Bize kimse el kaldıramaz. Ne istersek onu yaparız. Bulgar istersek, Bulgar yaparız, Hıristiyan istersek, Hıristiyan yaparız…"

Ve onu, hep öyle suskun, dünyasına kızgın ama eğilmemiş, zulmün karşısında yıkılmamış, Sliven Cezaevi'ne sürüyorlar. Orada arkadaşlarıyla iyi geçiniyor ama gene daha fazla susuyor. Ufak tefek, insancıl, sevimli haliyle o, bir dev mertlik, erkeklik simgesidir bizim için. Eşi, amcam da 16 yıl ceza aldı. Ayrı ayrı cezaevlerinde, birbirlerinden, evlatlarından, yakınlarından habersiz, demokrasiye kadar kapalı kaldılar. İkisi de sağlıklarından oldular. Teyzemi şeker hastalığı, amcamı da kabız hastalığı yakaladı.

Doksandan sonra, özgürlüklerine kavuşmuş olsalar da, pek ihya olmadılar.

Tazminat peşine de koştuk. Bunu ben üzerime almıştım. Sözde totaliter dönemde zarar görenler, ceza alanlar tazminat alacaklardı. Başvurmadığım kapı kalmadı. Siyasilere de danıştım. Ama boşuna, bir stotinka vermediler. Oysa, teyzem, amcam sağlıklarından olmuşlardı.

Doksandan sonra, Türkiye'ye göç ettiler. Amcam bir buçuk yıl sonra sizlere ömür, teyzem Hamide de birkaç yıl önce Allah'ın rahmetine kavuştu. Oysa, asıl torunlarına sevinecek zamanlar gelmişti."

Akça alan'dan ve Sabri kardeşimizden hüzün dolu yüreklerle ayrılıyoruz. Keşke bunlar yaşanmasaydı, halkımız böyle katliamlara uğramasaydı. Allah, nur içinde yatırsın kahraman annelerimizi ve babalarımızı! Onlar, insanlık görevlerini gani gani yerine getirdikten sonra bu dünyadan gittiler!

Belopoltsi'de bizi muhtar Şirin Hanım karşıladı. Kendisine teşekkürlerimiz bir boyun borcumuzdur.

Emel BALIKÇI,

Filibe

Bakmadan Geçme