KORKU, SIKINTI VE DEHŞET İÇİNDE YAŞIYORDUK
KORKU, SIKINTI VE DEHŞET İÇİNDE YAŞIYORDUK
1975 senesinde ağır bir trafik kazası geçirdim ve bir buçuk iki ay raporlu kaldım. 31 Ağustos akşamı Kuklen belediyesinin yetkili kişileri evime geldiler. Ben hala alçılarla sarılı olmama rağmen, Smolen sancağından olduğum için alınan kararlar neticesi ismimim değişmesi gerektiğini söylediler. Eğer dediklerini yerine getirmezsem, sonucunun benim için kötü olacağı yolunda tehdit edildim. Eve geldiklerinde gecenin erken saatleriydi. Kendilerinden, sabaha kadar müsaade istedim ve ertesi gün kendimin belediyeye gideceğimi söyledim. Peki dediler ve sonraki gün muhakkak belediyeye uğramamı söylediler. Belki de rahatsızlığımdan dolayı olacak, sonraki güne ertelediler. O gece bir araba bulup, dolaylı yollardan o halimde evden ve köyden ayrıldım.
Filibe’de bir arkadaşın evinde 10, 15 gün kaldım. Bu zaman zarfında arada bir köye haber gönderiyordum. Benim nerede olduğumu yalnızca Hilmi arkadaşım biliyordu; ailem dahi bilmiyordu nerede ve kimde kaldığımı. Ortam biraz sakinleştikten sonra eve dönebildim. Belki de dikkat çekmemesi için, o zamanlarda bu tür uygulamalara, periyodik olarak bir zaman dilimleri içinde ara veriyorlardı. Fakat benim gibi Smolen’li olanlar, kâbus içinde, daima baskı altında yaşamak zorundaydılar. Gece veya gündüz dışardan bir yabancının seslenmesi, hemen dehşete kapılmamız için yeterli oluyordu. Her gün, her an gelip, alıp götürecekler diye korku, sıkıntı, dehşet travma içinde yaşamak zorundaydık. Zaman, zaman falancanın da “işi bitmiş” diye işitiyorduk.
Benim gibi yüzlerce Türk aydını ve direnişçisinin, kanunların, anayasaya ve milletlerarası hukuk anlaşmalarına dayanarak yapılması gereğine inananların, Bulgaristan ve uluslararası yüksek mercilerinden adalet aramaya kalkışanların, totaliter rejime göre, yerleri Stara Zagora Cezaevi’nin siyasi mahkûm koğuşlarıydı.
Böyle bir davada, Remzi Doğru (Remzi Durmuşev) 12.5 yıla, Şaban Ergül (Şaban Cimperiev) 11,5 yıla, Ali Şengüler (Ali Halililov) 8 yıla, bendeniz Şaban Güler (Şaban Recebov) 6 yıla mahkum edildik. Temel suçumuz: Bulgaristan’da Türklerin adları değiştiriliyor dememiz. İddianamenin içeriğine bakılırsa ise vay be bizler, neymişiz dedirtilecek şekilde hazırlanmıştı. Bulgar, makamları bizleri Türkiye lehine casuslukla suçluyorlardı. Daha sonraki yıllarda bazı emniyet mensupları bile kaleme aldıkları hatıralarında bu tür davalardan söz edebiliyorlar ve bizlerin vatana karşı suç işlediğimizi savunuyorlar. Bizler ise bu yapılanlar bir asimilasyon uygulamasıdır diyorduk ve bunu bugünde tekrarlıyorum. Yazışmalarım uluslararası normlarda hakkımı aramak olmuştur ve her zaman doğal hakkımdır demişimdir.
Bu tür davalarda Devlet Güvenlik Güçleri, suçlamalarını güçlendirebilmek, toplum önünde azınlıklara karşı uygulanan baskıları ve kendi suçlarını örtbas etmek uğruna, asılsız ve temelsiz söylentiler yaymaktaydı. Kuklen’deki evimiz Kaynatsite mevkiinde su depolarının bitişiğinde bulunması, güya ben su depolarına zehir atarak halkı zehirliyecekmisin. Bazı örümcek kafalılarda buna inandıklarında ceza evinden çıktığımda karşılaştığım sorulardan biriydi. İnsan oğlu olayın gerçeklerine inmeden kimin söylediğine inanıveriyorlar. Bu şebeke suyunu kullanan benim yakınlarım ve akrabalarım acaba yok mu?
Şaban Ergül, çalıştığı Koçovo’nun (Bulgar köyü) sağlık ocağında doktor gibi çalışırken, “Bulgar çocuklarına nesillerinin tükenmesi için kısırlık iğnesi yapıyormuş”. Ayni zamanda, “Koçova köyünün yakınlarındaki askeri hava alanındaki yeni konuşlanan Rus yapımı uçaklarla ilgili bilgi topluyormuş”. Remzi Doğru, Plovdiv Türk Konsolosluğu’nda 1968–78 göç anlaşmasınca göç edeceklerin evraklarının hazırlanmasında görevliydi. Konsolosluktaki bu görevini kullanarak bizlerden topladığı bilgileri yetkili mercilere bildiriyormuş güya. Bilhassa evinde yapılan aramalar esnasında (eski filmlerdeki gibi) güya casusların kullandıklarından “telsiz cihazlar bulunmuş”. Bu tür hayali suçlamalar, toplumun önünde bizleri “suçlu, cani ve vatan haini” gibi göstermek amaçlıydı. Hâlbuki biz bazılarından farklı olarak, gelişen olaylara paralel olarak, kendi ve Bulgaristan’daki Türklerin Türklüğünü korumak. Bu kaygılarımız, dile getirerek diğerlerini de uyarmaktan çekinmiyorduk. Bizim bu görüşümüz tabii ki yönetim çevrelerinde rahatsızlık uyandırmış.
İş yerinden alınarak tutuklanmam, yakınlarımın benim hayatta olup, olmamdan endişeli olduklarını tahmin ederek Razligor Popov Caddesi’ndeki, Dırjavna Sigornost’ta, soruşturma protokolün sonuçlanmasında ailemle görüşme talep ettim. “Eğer talebim yerine getirilmezse protokole son imzayı atmayacağımı kendilerine bildirmiştim. Bu talebim üzere avukat ve ailemle görüştürüldüm. Sorguyu yürüten müfettişe ailem, “Ne kadar ceza alırlar?” sorusuna, müfettişin hiç tereddüt etmeden “1981 yılına doğru kavuşursunuz” demesi, kararın önceden alındığının göstergesidir. Ki ben de özgürlüğüme müfettişin dediği gibi 1981 yılında kavuştum. O zaman soruşturma müfettişinin sözlerine inanasımız gelmiyordu. Siyasette uğruna, insan hayatı veya herhangi birinin kaderi bu kadar da ucuz olamaz diye düşünüyordum.
Ne yazık ki, sorgudan geçirilen yüze yakın kişiden, sadece Burgaz sancağının Manoliç köyünden Kamil Mümünov gerçekleri söylemek için çaba gösterdi. Tabii ki onun söylediklerini başkaları tarafından desteklenmeyince, savcı tarafından yalancı şahit ilan edildi. Daha sonra, bir duruşmada bir yıl hüküm giydi.
Anadan doğma, aşağılayıcı bir şekilde kontrol edildikten son¬ra, ilaçlı ve buharlı bir banyoya sokuldum. Artık iç çamaşırlarına kadar cezaevi giysileri verildi. Sofya Cezaevi’nin yedinci müfrezesine teslim edildim. Bu müfreze cezaevlerinin en ağır şartları olan müfrezesiydi. Bu müfrezede, soruşturması bitmiş duruşma bekleyen, duruşması geçmiş temyizi bekleyen, idama mahkûm edilip temyizi veya infazını bekleyen mahkûmlar bulunmaktaydı. Mahkemenin temyizi sonuçlanıncaya dek bir yıl bu müfrezede kaldım.
Buradaki hücreler, aşağı yukarı üç metre uzunluğunda, iki buçuk metre genişliğindeydi. Cam tarafından kapıya doğru iki metresine ve hücrenin genişliğince çakılmış tahta taban üzerine döşen-miş minderlerde kalıyorduk. Minderle kaplı alan 2 x 2’5 metre yerde, yedi, sekiz kişi kalıyorduk. Bu müfrezenin diğer hücrelerinde de Türk vatandaşları bulunmaktaydı. Bazı zamanlar bunların yanlarına beni koyarak, adi suçluları da aramıza karıştırarak, konuşmalarımızdan bir netice alma peşindeydiler. Bir müddet Türk vatandaşlarıyla birlikte kalmamızdan bir sonuç alamayınca, başka bir hücreye başka bir deney için, konuluyordum.
Bir gün, gardiyanlar hücrelerden geçerek, Cumhuriyet Savcısının teftişe geleceğini duyurdular ve ayni zamanda dikkatli olmamızı tembihlemeyi ihmal etmediler. Hücrede Mustafa Kılıç isminde bir Türk vatandaşı vardı. Savcının geleceği gün gazetelerde, İsrail cezaevlerinde Filistin mahkûmlarının çok ağır şartlarda kaldıklarını yazıyordu; güya onlar kaldıkları hücrelerde yoğunluktan ötürü kişi başına 9 metre kare yer düşmekteymiş. Savcı gardiyanların duyurusundan, kısa bir zaman sonra hücrelerde teftişe başladı. Kendini takdim ettikten sonra, her hangi bir şikâyetimizin olup olmadığını sordu. Mustafa Kılıç söz alarak; “İsrail’deki Filistin mahkûmlarıyla bizim payımıza düşen metre karelerin” kıyaslanmasını istedi. Tabii ki savcı her hangi bir cevap vermeden hücreden ayrıldı. Akşam üzere hücreye dokuzuncu kişi getirildi.
Bu metre karelerde birimizin kafası diğerinin bacaklarında olmak üzere, bu yeri paylaşmak mecburiyetindeydik. Minderin haricinde, yani kapının arkasındaki boşlukta, ekmek, her gün kullandığımız kaşıklar ve kısıtlı görüşmelerden gelen az miktardaki yiyecekler için bir dolap ve bir de tuvalet ihtiyacımız için plastikten, üstü kapalı bir kova vardı. Bunun dışında ayakkabılarımıza yetecek kadar bir yer vardı. Umumi tuvaletlere akşam ve sabahları çıkarılırdık. Bu 10–15 dakika esnasında lavabolarda hijyenik ihtiyaçlarımızı gidermeye çalışırdık. Günde 45 dakika volta atmak için cezaevi avlusuna çıkarılmamız gerekirdi. Bu süre, zaman zaman,20- 25 dakikaya kadar indirilirdi. Hatta bazı günlerde ise bu yürüyüşler güvenlik gerekçesiyle, sisli, yağışlı, kötü hava koşulları mazeret gösterilerek iptal edilirdi.
Kalmış olduğum yedinci müfreze ağır suçlular müfrezesiydi. Bu müfrezede bizler gibi ağır suçlardan yargılananlar davaları sonuçlanıncaya kadar, birde idama mahkûm edilenler kalıyordu. İdama mahkûm edilmiş olanların hücreleri koridorda girişinin sağ tarafında, kuzeye bakan kısımdaydı. Bir iki hücre değişikliğinden sonra idam mahkumlarının tam karşısındaki hücrelere konuldum. Bu hücreler en ağır cezalı hücreler diye geçerdi. Çünkü mahkûmların psikolojisini bozmak için çok elverişliydiler.
O zamanlarda idama mahkûm olanların infazlarının hangi şartlar altında ve nasıl gerçekleştiğini bilmek mümkün değildi. Jivak (cıva) veya uran maden ocaklarında, dışarı çıkarılmadan, ömürlerinin sonlarına kadar çalıştırıldığına dair çeşitli varsayımlar konuşulurdu. Genelde elektrikler bütün gece açık kalırdı. Bazı geceleri, gece yarsından sonra elektrikler merkezi olarak kapatılır ve koridorda ayak sesleri eşliğinde herhangi bir şey yerlerde sürüklenirdi. Bu sürükleme ve ayak sesleri müfrezenin giriş kapısının kapanışıyla sona erer, müfreze sessizliğe bürünür ve elektrikler gelirdi. Gecenin sessizliğinde, kapıların açılışları, ayak sesleri hariç, hiç bir ses, konuşma veya direniş işitilmezdi. Yine söylentilere göre, güya akşam yemeği dağıtımında, infazı gerçekleşecek olan mahkûmun yemeğine bir ilaç konurmuş. Baygın halde hücreden çıkarılır, yerlerde sürüklenerek müfrezenin ağır demir giriş kapısından çıkarılırmış. Bu idam mahkûmlarının infazı konusu, seneler sonra, ülkenin demokrasiye geçişinden sonra açıklandı: Bu kurbanların organları, organ nakli için İtalya gibi bazı Batı ülkelerine fahiş fiyatlarla satılırmış. Bir insan cani veya katil de olsa, bu şekilde hayatına son verilmesi, insanlık dışı bir uygulamadır ve hele, hele bundan bir devletin yararlanması bir tartışma konusu dahi olamaz. Bizlerin burada idama mahkûm edilenlerle, iç içe, karşı veya bitişik hücrelerde kalmasının, gecenin ilerleyen saatlerinde, demir kapıların gürültüyle yankılanarak açıp kapanmasının bizde nasıl bir etki bıraktığını yaşamadan anlamak oldukça güç.
Bulunduğum yerin ağır şartlarını anlatabilmek için hücrenin dışarıya bakan penceresinden de bahsedeceğim. Bu pencere yerden 2–3 metre yüksekte, tavana yakın 60/70 cm. civarındaydı ve yalnızca gökyüzü ve uzaklardaki Vitoşa Dağı’nın zirveleri görünürdü. Genelde bu pencerenin camı yoktu. Bu boyutlarda ki bir hücrede, böyle bir kalabalığın var olması, camı da olunca içerdeki havanın yetersiz geleceği malum. Yaz günleri ve baharda cam olmaması iyiydi. Fakat Sofya’nın ağır ve soğuk geçen kışlarında camın olmaması, hele, hele hareket imkânı da olmayınca, soğuğun dondurucu etkisini hissetmemek mümkün değildi. Sofya’da genelde kış Kasım gibi başlamasına rağmen, camın takılması Ocak veya Şubat ayını bulurdu. Çoğu zaman cam takılıncaya kadar kar içeriye atıştırırdı. Bir, bir buçuk ay sonra, Mart sonlarında cam yeniden mahkûmlar tarafından kırılırdı.
Verilen yemeklere yemek demek oldukça güçtü. Yakınlarımızla ayda bir yapılan görüşmelerden gelen beş kilo ile sınırlı yiyeceklere güvenirdik. Hijyenik sağlığımız için, on beş günde bir hamama götürülürdük, eğer ona da hamam denilebil iniyorsa. Bu ağır var olma şartlar altında, davamızın temyizde sonuçlanması bir yıl sürdü. Davanın temyize götürülmesi ve herhangi lehimize bir sonuç çıkması tamamen hayali bir beklentiydi.
Cezaevinde sükûneti sağlama yöntemlerden biri de çalıştığımız atölyelerde verimliliğin, disiplinin ve iyi tutumun neticesi olarak ek bir görüşme ile ödüllendirilmekti. Bu tür ödüller mahkûmlar arasında verimliliği artırma yarışıydı. Bu, mahkûm yakınları ile görüşme haricinde ek gıda, ek meyve hakkına sahip olmak demekti. Varsayalım ki, ağır cezaya çarptırılmış bir mahkûmsun, iki ayda bir görüşme hakkına, aynı zamanda iki ayda bir mektup alma ve yazma hakkına sahipsin. Görüşme ile dışardan beş kilogram gıda, beş kilogram meyve alma hakkımız vardı. Verilen cezaevi yemeklerini dışardan, yakınlarımızın getirdikleri yemeklerle takviye edince ancak sağlıklı bir yaşam sürdürülebilirdi.
Ödüllendirmeye paralel olarak, cezalandırma yöntemleri de pek az sayılmazdı. Bu sayılan ödüllendirme yöntemleri, cezalandırma yöntemleri olarak da sıralanabilir. Bunların haricinde cezaevlerinde en yaygın olanı da hücre cezasıdır (kartser). Hücre cezasında, normal yemek hakkından mahrum edilirsin. Ayrıca, görüşme zamanına rast gelirse, görüşmene müsaade verilmez. Bu senin haricinde, yüzlerce kilometreden gelerek, masraf eden yakınlarımızı da, cezalandırılması demekti. Aynı zamanda, yakınlarımızın getirecek oldukları, gıda ve meyve hakkından mahrum edilirsin. Yakınların için bu tür durumlar üzücü, olduğu gibi çeşitli sorular yaratır; Acaba ne gibi bir suç işledi? Acaba sağlığı mı iyi değil? Vesaire, vesaire. Birde meşhur hücre cezası, mahkûmlar üzerinde en çok uygulanan ve bol keseden dağıtılan bir ceza yöntemidir. Bununla mahkûmların psikolojik durumları üzerinde baskı uygulanırdı. Bu tür cezaların, yalnız uygulanana değil, diğer mahkûmlar üzerinde etkili olduğuna inanılırdı.
O zamanlarda Bulgaristan’ın dört bir çapından, iktidarla arası iyi olmayan aydınlar, buraya, Eski Zara Cezaevi’ne toplanmıştı. Bir gün bir beyin yıkama toplantısı esnasında, bizim davada beraber yargılandığımız arkadaşımız Şaban Cimperiev (Şaban Ergül), söz alarak, Bulgaristan’da resmi makamlarca yayınlanan Türk nüfusunun yüzdesini hatırlattı. Eski Zara Cezaevi’ndeki mahkümların, Türklerle Bulgarlar arasındaki oranı (150 siyasi mahkûmdan 125’i Türk) olduğunu hatırlattı. ”Burası, Eski Zara Cezaevi, Bulgaristan Türkleri için bir Nazi kampıdır" diyerek sözlerini bitirdi, sonuç olarak 10 gün hücre cezası…
(Devam edecek)
Şaban GÜLER,
Bursa