Kimliğimiz yok oluyor ama milletimiz tatilde...

 

Eski bir yazı; fakat bir o kadar da güncelliğini koruyan, idealist bir ruhun bakış açısı...

______________________________________

 

Daha 30 yıl bile geçmedi; ancak o kahpe komünist düzenin yapamadığını biz kendimiz gönüllü yapıyoruz!

Nasıl mı?

Kimliğimize, özümüze, dilimize, dinimize, gelenek ve göreneğimize, ekinimize (kültürümüze) sırt çevirerek başarıyoruz.

Umursamayarak yavaş yavaş yok olma eşiğine gelmişiz de bundan haberimiz yok.

Nasıl olsun ki, ayakta uyutuluyoruz! 

Hem de kendi iznimizle.

Ne yapalım, o meşhur uyanıklığımızı bu konularda kaybetmiş, birbirimizi kazıklamaya yoğunlaştırmışız.

Bu yetmezmiş gibi, yoksulluktan ve geçim sıkıntısından kurtulmak için yine göç yollarında eriyip gidiyoruz.

Oysa yüz yıllardır süregelen göçler, savaşlar, eritme denemeleri, sözde uyum sağlama ve bütünleşme adı altında daha neler neler bizleri yok edemedi.

Ama şimdi durum farklı, bizi dize getiremeyen yukarıdaki olumsuzluklar, demokratik döneminde ana dilimizi bilmeme ve kültürel yozlaşma sonunda doğan umursamama ve kolaya kaçma bizleri yok etmiş; ama bizler hala derin uykuda ya da bitmeyen tatildeyiz...

Bre, Türk toplumu, aklını mı kaçırdın, neyin var senin de Bulgarlaşmaya gönüllü, yabancılara köle olmayı, bu kadar istekli ve kardeşini, akrabanı, hemşerini, köydeşini ve kandaşın olan kişiyi kişisel çıkar uğruna sırtından bıçaklar, sarı liraya satır oldun!

Ana dilimiz Türkçe okunmuyor, yeterince bilinmiyor, kıvanç dolu kullanılmıyor...

Bulgarca desen, o da yok, ya da bazı özünü unutmuşlarda Türkçeye baskın geliyor...

Nasıl olsun ki, önce ana dili öğrenmeden, resmi veya yabancı diller öğreniliyor.

Nasıl oluyor da tıkır tıkır çalışan bu düzen bizi yok ediyor.

Nasıl olacak? Bal gibi oluyor işte.

Çocuk yuvasına verdik çocuğu - Bulgar Dili, Bulgar Kültürü...

Anaokuluna geldi çocuğumuz, düzen aynen devam ediyor ve Türkçe yine yok, hatta, bu sefer yabancı dilde geldi!

Yetmedi Bulgar geleneklerini ve halkoyunlarının bazılarını da öğrettik.

Kimliksizleşmeye devam - zaten baba Batı'da, ana giyimlik ürünler üretiminde. Hem de asgari ücretle...

Aile büyükleri ya göçmüş ya da dinlenmiyor.

Çocuğumuz 15 Eylül'de başladı okul eğitimine ve çeşit çeşit biçimlere bürünmüş toplum mühendisleri iş başında.

Velilerin kafası çeliniyor: "Ne gerek var Türkçeye, nasıl olsa ileride öğrenir. Siz, çocuğunuzun geleceğini düşünüyorsanız Bulgarca, matematik, bilgisayar ve yabancı dillere önem verin. Ha, bu arada evde çocukla Türkçe konuşmayın, Bulgarca uygulama yapın..." 

Ne yapsın günahsız ve suçsuz gariban, daha ana dilini, kültürünü ve dinini öğrenmeden yabancılaşmayı öğreniyor...

Artık çok geç, sakatlık gerçekleşmekte.

Günler yıllara dönüşüyor, çocukta kimlik oluşumu olmadığı gibi, aşağılık duygusu da gelişiyor.

O kadar ki adından, dilinden utanan çocuk takma ad ve resmi dili kullanmaya özen gösteriyor.

Yaşam böyle devam ederken, o çocuk derslerde atalarının ne kadar vahşi, gaddar ve acımasız yani başıbozuk olduğunu öğreniyor, edebiyat, tarih ve hatta müzik dersinde...

Oysa o atalarının hoşgörü sayesinde en uzun hüküm süren İmparatorluğa dahil olduğunu, dininin de son hak dini olduğunu ve zorlama olmadığını ailesinden duymuştu...

Sakatlık dedik ya, hala kendisinde iyice gelişmeyen, oluşmayan ve oturmayan kimliğiyle şüphe duymaya başlıyor o çocuk.

Ve büyüyor! Türkçe yine yok.

Ders olarak var da, kim seçecek şimdi onu seçmeli olarak, nasıl olsa ileride öğrenecek...

Peki, halk oyunlarından, gelenek ve göreneklerden ne haber?

Büyüklerin yok olduğu, ailelerin parçalı yaşadığı bir durumda kim aşılayacak kimliğini, bu kıza ya da kızana.

İşte, doğru dürüst, ya da neredeyse dilini, dinini, özünü, kültürünü hiç öğrenemeyen çocuk ergenliğe adım atıyor.

Dene bakalım, kanı kaynayan böyle biriyle başa çıkmaya.

İş nafile, ok yaydan çıktı bir kere:

Türkçe sakat, oruç da ne, din sadece sözde...

Dede Korkut da kim?

Büyüye saygı, küçüğe şefkat, çalışana kolay verme.

Allah, Allah, bu da ne?

 Zincir böyle uzayıp gidiyor. Sizler hiç son zamanda düğüne gittiniz mi, hani şu geleneğimizin en belirgin örneği olan.

Gördünüz mü kimliksizleşmeyi?

Nihayet son gittiğim düğünde tüm Bulgar düğün geleneklerini gördüm.

Damat Türk, gelin Türk, düğüncülerin neredeyse tamamı Türk; ama geleneğimizden, kültürümüzden, halk oyunlarımızdan, düğün oyunlarımızdan HİÇBİR ÖRNEK GÖRMEDİM.

Hatta, düğünü terk etmeme neden olan "Kapitan Petko Voyvoda"(Osmanlıya karşı çetecilik yapan, köyleri basıp yağmalayan ve epey Türk öldüren ve Güney Bulgaristan'da neredeyse her kasabada heykeli olan bir çeteci!) şarkısını bile dinledim...

Ben düğünü terk edince, daha da vahim olaylara şahit olmuş arkadaşlar; ama onları ben şahit olmadığım için yazmıyorum.

Ah, nerede kaldın be "Ben sana yandım Zühtü" ya da damat oyunu, ya da...

Bununla beraber kendilerini başarılı orta sınıf olarak gören o yüzde ikilik Türklere ne diyelim, hani evinde çocuklarıyla Bulgarca konuşanlar.

Ya da kendilerine aydın deyip, belli bir görev için Sofya'da bulunan veya yaşayan Türklere ne diyelim...

Ya üniversiteli gençlerimizi ne yapalım?

Türkçe konuşmak bir yana, adından utanırcasına takma ad kullanmak ve etrafında kullandıkları dili anlamayacak hiç kimse olmamasına rağmen sürekli Bulgarca konuşmaları diğer yana...

Belki bir yerlerden biliyorsunuzdur.

Atalarımızdan Mete Kağan'ı (Dünyaya savaş yönetimi sanatını kazandıran Türk) oğlu Çiçi Yabgun'un sözlerini hep beraber anımsayalım:

"Yabancı kültürlere girmek demek, onun hakimiyetine girmek demektir..." 

O zaman, o acı soruyu sorma zamanı geldi demektir.

 Gerçekten bizler Müslüman Türk müyüz ve bu kimliği taşımaya hak ediyor muyuz?

Ne olur sövmeyin bana, bu acı soruyu sorduğum için.

Önce bir sorgulayalım kendimizi, öz değerlerimizi, çevremize bir bakalım, kulak verelim kullanılan yarı Bulgarca, yarı Türkçe, yarı Arapça karışımlı sözde Türkçemize...

Bir düğünleri hatırlayalım, bayramları da.

Uğrayalım namaz vakti boş duran camilere, bakımsız mezarlıklara, hatırlayalım sadece Fatiha bekleyen ölülerimizi...

Çıkar üzerine kurulan arkadaşlıkları bir sorgulayalım.

Türkün Türk'e yaptığı ve görmezden geldiğimiz şerefsizlikleri bir hatırlayalım.

Bakalım sonunda çizgiyi çekince özde mi Müslüman Türküz, yoksa sözde mi?

Sövmeyi geçtik, belki aranızda; amma da atmışın, be İsmail, diyenler de vardır.

Olması da gayet doğaldır, ancak kaybedilecek zaman yoktur.

Hiç fark etmez, mevsim tatil mevsimi mi, iş mevsimi?

Temmuz ayının başında (4 Temmuz) Meclis Eğitim Komisyonu'nda Türkçenin zorunlu olarak okutulma önerisi reddedildi.

Bakan ve çoğu milletvekili anayasa izin vermiyor, dedi.

Ne yapsınlar, bir Hamid, bir Aliosman, aslanlar gibi savundular; ama olmadı - 2 oy ve o kadar...

İkinci okuma için genel kurula geldiğinde, yasa tasarısı yine durum değişmeyecektir ve en iyi ihtimalde 37 destek oyu alacaktır.

Tabii buradaki Türk toplumu buna izin verirse...

Kaldı ki, zorunlu Bulgarlaştırma sürecini savunan ve kullanılan yöntemlerin yanlış olduğunu söyleyen bir başbakan var.

Yüzyıllardır yaşayan yer adlarını son dönemde değiştiren yerel meclisler var.

Yine sözde Bulgar ve Ermeni soykırımını kabul eden yerel meclisler var.

Bulgaristan'da yaşayan Türkler tarafından yetiştirilen en önemli değer olan bir Türk ana babanın evladı, kurum olan Türk Tiyatroları'nı kapattı.

Yetmedi, ulusal bir gazeteye verdiği söyleşide Bayramda domuz etli lahana yediğini söyledi, aynı bu Türk asıllı bakan...

Tabii atalarını okumayan, dilini öğrenmeyi şiddetle reddeden, Türkçe kitap okumayan, 50 kuruşluk tek Türkçe gazeteyi almayan bir Türk toplumu da var...

Nelere para vermiyoruz ki...

Düşünüyorum da, bize 10 dakika ana dilde haberleri çok gören bir toplum, Türk Tiyatroları'nı bir Türk'e kapattıran bir toplum; ana dilde radyo, televizyon, gazete ve eğitim denince deliye dönen bir topluma, biz de yüz binler olarak, yeter artık demokratik kölelik desek ve dizgileri kendi elimize alsak ne olur?

Örneğin vergi ödemeyi reddedebiliriz...

Varlığımız için bir daha yolları, kentleri doldursak da sesimizle inletsek kötü mü olur?

Çağdaş bir biçimde bu vatanın evlatları olarak, ülke bütünlüğüne saygı duyacak biçimde "Bizler bunu bunu istiyoruz, kardeşim!" desek, nasıl olur?

Acaba, vatanımız Bulgaristan, yaşamak için daha güzel bir yer olmaz mı?

Bu hantal, kısıtlayıcı, özgürlükçü olmayan, azınlıkları yok sayan anayasanın değişme zamanı gelmedi mi?

Zaten her geçen gün yapılan ekonomik kıyım sonucunda kan kaybediyoruz.

Aynı 89. Zorunlu Göç gibi, şimdi de Batı'ya doğru özgür aileler göçü var.

Çok şey söyledik de, acaba yok olan ahlak ve manevi değerlere ne demeliyiz?

Tabii, bunu da sorgulayınca, o zaman göreceğiz kim daha umursamaz ve edepsiz.

Bulgarlar mı, yoksa dinden dönen, sonradan gören biz Türkler mi?

Söverek, yüreğinizi kirletmeyin?

Sadece görmemekte direndiğiniz dünyaya insan gözüyle bir bakalım yeterli olacaktır.

Tatilde olan Türk Kültürü Dernekleri yavaş yavaş uyanmaya başlayalım ki, bu yerellik ve sadece bana olsun sevdasından vaz geçelim...

Artık tek yumruk olma zamanı gelmiştir.

Geneli düşünmeliyiz. Bunu yapmazsak ne Türkçe kalır, ne Türk kültürü kalır, ne de İslam kalır.

Kendimizi kandırmayalım; çünkü dünya genelinde her 14 günde bir dil kayboluyor.

Hem de bizim toplumumuzdan büyük toplumlar başkalaşıyor, eriyor ve sonunda baskın olan dilin ve kültürün parçası oluyor...

İsmail Köseömer,

Mestanlı / 7 Temmuz 2012 y.

Bakmadan Geçme