İslamoğulları'na, çocukluğuma döndüm... ( 2. )

Asar sırtında, eskiden tahta tahta bölünmüş tarlaları vardı. Orman oralarını da istila etmiş. İki denk daha fazla tütün alınsın diye, kaynaçtan su tenekelerini doldurulup bakraçlarla o daha çocuk yaşlarında gencecik bedenler ne sular taşımıştı...

Şimdilerde ise taş yığınlar arasında toprak diye bir şey göremezsin. Hemen bitişiğinde, pek de yüksek olmayan bir taş avlu, Üzeyir amcaların eviyle sınırları belirlerdi. Komşu evine yoldan dolanıp gittiğimi nedense hiç hatırlamıyordum. Taş duvarın üzerinden kolay geliyordu ve Yılmaz’ların bahçesine hop diye atlayıveriyordum.

Şimdi aynı yoldan geçemedim. Her yer viraneye dönüşmüştü, her yer taş yığınıydı, artık bazı evlerin temel taşlarını bile toprak gömmüştü...

Evlerinin girişinde, amcamın eşi Kamile yengeyi görüyor gibiyim. Nasılda bir şefkat ve sıcaklıkla herkesi karşılardı. Herkesi dediğimde, anılarımda çil yavruları gibi köyümüzü çoktan terk edip başka yerlerde yuva kurmuş Üzeyir amcamın kardeşlerinin yavrularını kastetmekteyim. Yani bizleri, sülalemizi.

Ben, Mahir, Nermin, Necmettin, Semra ve Mustafa Kırcaali’den, Bahar ve Nebahat Eğridere’den, her tatil denilen günde şıp diye köyümüze konuverirdik. Nasıl da geniş yürekliymiş bu kadın ki, hiç usanmadan ve yorulmadaan tümümüzün kahrını çekerdi. Sadece resmi okul tatilleri olsa yine neyse denir; ama arada bir pazarları, günübirlik de olsa Kamile yengenin ocağına damlayıverirdik...

Ayrılırken de, bir sonraki beraberliğimiz için sıkıca anlaşırdık. Aslında tüm çocuklar, Kamile yengenin evinde çok mutluyduk. Hangi aralıkta hazırladıysa, yerdeki sofranın üzerine dizilen o yemeklerin başına bizleri çağırmadan, otlamaktan dönen hayvanların yuntusunu kofalara hazırlıyordu...

Akşamları ne merakla izliyordum, otlamaktan gelen inek ve koyun sürülerini. Hepsi de, kendi evinin tokadını ve hemen arkasındaki yerini nasıl bilirdi.

“Bıçım, gel ha bıçım!” diyerek ineği sürüden ayırırken Nezahet’i görüyor gibiydim. Sütünü temizleyip, hazırladığı kofaya suyunu verip cırtlatarak ineği sağacaktı...

Bu evden ne anılarım vardı. Belki de, kendi evim hariç, köy hayatımın çoğu zamanı burada geçmişti. Öğrencilik yıllarımda da misafir olarak geldiğimde, bilhassa kış tatillerinde, burasını baba evi gibi bilirdim.

O hanayın sıcaklığı yok olmuş. Şimdi duvarları çökmüş, damın içeriği küfe kokuyordu. Dış kapının aralığından odalara baktım. İçeriye adım atmadım; çünkü sökülüp götürülmemiş kiriş ve tahtalar çürümüştü. O kayın tahtaları ki, makinelerle düzenlenmemiş, keser ve nacakla teker teker yontulmuş.

Marifetliydi Üzeyir ağanın elleri. Kendisini otururken nadir görürdük. Yetim gelmiş, bu köye ve mezarı da şimdi köyümüzde.

Babası, Balkan Savaşı şehidi olarak kimbilir hangi cephede kalmıştı. Annesi, dedem ile evlendiğinde babamla kardeşten de yakın olmuşlar. Bu köyde hayatını birlikte kazanmışlar. Sırayla dünyaya yeni kardeşleri gelmiş - Mümün, Niyazi, Bedriye ve Necati.

Evlenip, kendi çocuklarına kavuşmuş ve bu tatlı yuvayı, kendi elleriyle inşa edip hepimizi karşılamak için daima kalbini sıcak tutmuş.

En büyük oğlu Mümün aga, Mustafa’nın akranı, bugün İstanbul'da, diğeri Fikret ise Bursa’da oturuyorlar. En küçük kızı Melahat, İzmir’de, kendisine yuva kurdu. Meliha, Neziha ve Nezahet ise memleketten hiç kopmadılar. Melahat Maden, diğerleri Kırcaali'de yaşamlarını sürdürüyorlar.

Duyduğum kadarıyla, arada bir onlar da buralara uğruyorlarmış ve gayet doğal ki, kurdukları yeni ocaklarına gözleri yaş dolu dönüyorlarmış.

Onların hemen ev altında, neredeyse onlara bitişik, Osman ağalarının evi vardı. Şimdi yerinde yeller esmiş. Hiç mi, temelden çatıya kadar, sadece taşlarla örülen bir evden bir tane taş kalmaz...

Osman agayı, bıyıklarını okşarken anımsıyorum. Ne hevesle anlatıyordu Atatürk’ü. Atatürk’ün ismini ilk ondan duymuştum. Nasıl devrimler yapmış ve nasıl bir lidermiş. Osman aga, Atatürk’ü çok seviyordu ve onu anlatırken yüzünün ifadesi bambaşka oluyordu. Gözleri parlıyor, elleri hareketleniyor ve farklı bir heyecan yansıtıyordu bedenini. Belki de, benim düşüncelerimdeki Atatürkçülüğün temelleri buralara dayanıyor olabilir.

Cemine yenge ve Osman aganın harabeye dönüşmüş evine bakarken içimden gelen gülümsemeye dayanamadım.

Osman aganın bir katırı vardı. Huysuz mu huysuzdu. Bir gün Osman aganın alnına öyle bir çift tekme atmıştı ki, o iri adam çitin diğer tarafına takla atmıştı. Şimdi gülümsüyorum; ama o zaman bayağı korkmuştum. Heyecandan Cevdet ağanın evinin taş duvarlarına yamanmıştım.

Ama kendince, Osman amca, katırdan intikamı tam almıştı. Nasılda katırı sağlam bir şekilde bağlayarak, ağzında dolup taşan küfürleri çekinmeden yayarak, dört bir yanına basıyordu sopayla. Elindeki süvenle katırın sırtına sırtına acımasızca vuruyordu. Bu şiddeti, bayılasıya kadar tekrarladığında, son bir dolgun küfürle ev altına fırlattı sopayı ve alnını bir avucuyla bastırarak evinin kapısının ardından kaybolmuştu. Ertesi gün bir şiş vardı alnında ki, tüm komşuları kendilerini gülmekten alıkoyamıyordular...

Çocukları vardı - Fahri, Nazmi, Kerime, Nazlı ve Gülnas. Köyden ayrılalı bir daha hiç birini göremedim. Sadece Fahri ve Nazmi'nin Bulgaristan da yaşadıklarını duymuştum. Kerime ile Gülnas'ın Bursa'ya göç ettiklerini öğrendim. Nazlı için, maalesef, hiç bir bilgim bulunmuyor. Çeşitli bahanelerle bulunduğum bazı merasimlerde, köyü konu ettiğimizde, bu ailenin bir de ikizleri varmış - Öznur ile İlknur. Ancak onları hiç anımsayamıyorum.

Kerime ile aynı yaştaydık ve hafızam onu sadece küçük yaş çocuğu olarak biliyor. Gerçi, onu unutmam mümkün değildi. İlkokul birinci sınıftaydık. Çalışkan biriydi, annesi benimle ilgili anneme bir şikâyette bulunmuş olacak ki, sağlam bir dayak yedim. Ne için olduğunu hiç öğrenemediğim; ama şıvkan olarak bildiğimiz o incecik kızılcık sopasının vücudumdaki temastan kaynaklanan o gözlerimin önüne fırlayan rengârenk daireleri şimdi bile görüyorum. Acıdan ise hiç bahsetmiyorum...

Karşılarında Hacı Süleyman ve Şerife’nin oğlu Bayram abilerin evi vardı. Bu evin, sokaktan ayıran taş duvar temelleri arkasındaki yıkıntılarının çökmüş hali Osman'larınkine nazaran belli oluyordu. En azından burada ev varmış denilebilirdi.

Kalabalıklardı, tamı tamına Bayram abiye, eşi Nazmiye abla on çocuk vermişti. Sırasıyla isimlerini hatırlamaya çalıştım - Hayri, Hayrettin, Fahrettin, Kıymet, Nurettin, Belkıs, Binnaz, Mercan, Elmas ve Ercan. En büyükleri Hayri ile ara sıra görüşüyorduk. Bursa Yünseli'de oturuyor. Kardeşlerinin şimdi nerelerde olduklarını ondan öğrendim. Hayrettin, Bursa'nın Kurtbasan mahallesinde oturuyormuş. Fahrettin, Bulgaristan’da kalmış.

Köylerimizin erkekleri, ailelerinin geçimini tedarik etmek için genelde ülkenin iç kısımlarına giderleri. O da Yakoruda, Çerna Mesta’ da çalışırken, orada bulmuş hayat arkadaşını ve oralara kök salmış. O gün bugün Çerna Mesta’da yaşıyormuş. Tüm diğer kardeşleri - Kıymet, Nurettin, Belkıs, Binnaz, Mercan, Elmas ve Ercan Bursa’daymışlar.

Aslında Hayri, köyümüz için çok şeyler anlatıyordu bana. Hatta, köyümüz İslamoğulları'nın ilk kurucularının isimlerini bile bana aktarmıştı. İlgimi de çektiği için, onların adlarını hafızama kazımıştım - Nurettin, İsa, Ferhat ve İsmail.

Ne yazık ki, daha teferruatlı hiç bir bilgi kalmamıştı aklımda. Gerçi, o da zaten sadece adlarını söylemişti. Nerelerden ve nasıl buralara gelerek yerleştikleri için bir bilgi vermişmiydi, onu da hatırlayamadım.

Komşumuz Mehmet Takan’ı anlattırdı bana, kendisi aydın kişilerden, zamanın Çiftçi Partisi mebus adayı olarak, kendisini köyümüzün mezarlık arkasında asılı bulduklarını da anlattı. Hayri, onu ağaçta asılı gördüklerinde, Cevdet’in annesi Şerife ve Ramadan’la birliktelermiş. Ağacın etrafı çizme izleriyle tepili durumdaymış. Belli ki, buraya getirilip zorbalıkla asılmıştı. Gazeteci Mehmet Takan, aynı zamanda vaktinde Kırcaali'de Türkçe çıkan "Arda" gazetesinin sahibidir.

Mezarlık demişken, orada bir de kurumuş kiraz ağacı vardı. Altında kulakları ve damakları kesilmiş, gözleri çıkarılmış, işkencelerle öldürülüp bırakılmış köyümüzün gözcü şehidi yattığını biliyordu.

Köy mezarlığının, hemen sırtın arkasından Eğridere’ye doğru dimdik bir yol iniyordu. Köylüler, genelde şehre gidip gelmek için, bu yolu kullanıyordu. Buradan Dalca’ya ulaşana dek zaten Eğridere'ye neredeyse varılmış olunuyor. Dönüş için bazen Akçakayrak veya bir doğusundaki yol da kullanılıyordu. Bilhassa komşu köylerden yoldaşlar da bulunuyorsa, hayli bir yere kadar birlikte sohbet edilerek yürümek, tabi ki, güzel oluyordu.

Kim bilir kaç defa tırmanmıştım Akçakayrak sırtından İslamoğuluları'nın yokuş yolunu. Kim bilir ne kadar, arkada kalan vadideki yoldan da geçmiştim. Orada yol kenarında, benim hiç tanımadığım dedem, bir kaynaktan su tutarak ormanın derinliklerinde bir pınar yaptırmış. Oraya geldiğimde, daima oturur ve dinlenirdim. Hiç tanıyamadığım dedemin anısına, pınarın berrak kuyusundan avuç dolusu su içerdim.

Bu ormanlığın, pınar boyundan başlayarak mezarlık yanına kadar olan arazinin dedeme ait olduğunu bilirdim; ama dönemin iktidarı, halkın önce malına el koymuş, sonra da torunlarını bu topraklardan sürmüştü...

Kendi kendimce, hangi düzenin adaletiydi, bu Allah aşkına, diye sormadan edemedim.

Bayram abilerin evlerine bitişik, kardeşleri diye bildiğim Beysim ve Süleyman oturuyorlardı, kendileri için ve hemen yanlarında olan Mehmet için de hiç bir anım yoktu.

Ancak sıradaki evde oturanları çok iyi biliyordum. Hacı Rüstem ve Şerife oğlu Cevdet ile eşi İsmigül cice diye tanıdığım, Erol, Ekrem, Sabiha ve Erdoğan'ın baba ve annelerinin yuvasıydı. Erol’un Bulgaristan’da bir yerde olduğunu duymuştum. Ekrem, İzmir'e yerleşmişti. Erdoğan ve Sabiha ise Bursa'daydılar.

Nihayet, çocukluğumda benim için çok gizemli olan bir kapının önüne geldim. Sürekli mandalla kapalı olan bir avlu içi. Bir gün nasıl bir vesileyle hatırlamıyorum; ama yüksek duvarlar arkasında gizlenen evin bahçesine girmiştim. Varlıklı bir ailenin evi olduğu gözden kaçmadı. Bu benim için gizemli olan evde Nuri Efendi ve eşi Fehime hanım beş çocuk edinmişlerdi. Köyümüzün bilinen aydın kişilerinden oluşan bu aile - Kemal, İsmet, Yüksel, Zeliha ve Müzeyyen kardeşlerden oluşuyordu. Onlarla, hele de Kara Nuri diye anımsadığım Nuri Efendi ile ilgili bir çok anılarım vardı.

Belki de, bu durum bahçelerimizin hem mahallenin en alt kısmında, hem de kaynağıç dedikleri yerde yan yana olmalarından kaynaklanıyordu. Çocuklarından Kemal, Bursa’ya göç etmiş ve orada öğretmen olarak hayatını sürdürüyordu. İsmet ise bildiğim kadarıyla, 1989 yılında Sofya'da faili meçhul bir cinayete kurban gitmişti. Yüksel, Bulgaristan’da kalmıştı. Kız kardeşleri Zeliha ve Müzeyyen için bir bilgim yok.

Hemen onlara bitişik harman diye bildiğim, düğünlerde ve bayramlarda gençlerin külhan yaktıkları ve çıldırasıya eğlendikleri alandı.

Yanı başına, Mehmet aga, yeni ev yapmıştı, burada eşi Bahriye, çocukları Gülten, Özcan ve Nurten ile beraber oturuyorlardı. Onları çok iyi biliyorum; çünkü epey yakından beraberliklerimiz var. Gülten abla, kuzenim Murat abimin eşi oldu ve İstanbul’da oturuyorlar. Özcan, birlikte de çalıştığım meslektaşımdır. Edirne'deler.

Mahallemizin en alt kısmında kalan iki evin birisinde bizim ailemiz oturuyordu. Bu evde nenem Hayriye, babam Nazif ve annem Bahriye ile biz Ulviye ablam, Seyhan ve Mustafa abim ile ben dört kardeş vardık. Aynı evden çıkan babamın kardeşleri Mümün, Niyazi ve Necattin Kırcaali’ye taşınmışlardı. Kızkardeşi Pedriye de Eğridere'ye evlenmişti.

Artık ev diye bir şey yoktu. Yıkılıp yerinde çökmüş ve çıtraklar altında yok olup gitmişti. Sadece sokak tarafındaki taş avlu, çocukluğumdan hatırladığım ve hayata yeniden yeşermiş ayva ağacını korur gibiydi. Ona bir de üzüm sarılmıştı. Sahiplerimiz bizi bırakıp gitmiş olsa da, biz seninle buradayız ve hayattayız dercesine sıkıca birbirine sarılmış, güzel meyvelerini dallarına asmış, buyurunuz bizi tadınız diyorlardı. Sanki, bana bir hoş geldin ikramıdır. Uzanıp, belki de, o altı yaşındaki çocuğu tanıyacaklar düşüncesiyle, iki ayva ile bir salkım üzümü heyecan içinde, büyük bir merakla kopardım...

Ev altındaki tarlamız çakıllık olmuştu. Nasıl olmasın ki? Her bahar, toprakların akışını koruyacak taşlarla örülen bentleri tamir eden sahipleri, asıl sahibi olan tabiat anaya çoktan bırakmıştı buraları. O da sahipleniyor ve gereğini yapıyordu...

Bize bitişik olan Tahsin abinin ve Ayşe yengenin evi, halen dimdik bir sur gibi ayakta duruyordu. Bildiğim kadarıyla o evi babam inşa etmiş ve sonradan onlara satmıştı. Hatta, hayli bir süre giriş kapıları bizim bahçeye çıkardı. Sonradan kapatılıp sokak tarafına değiştirmişlerdi. Çocukları - Ramadan, Ayşegül, Zümbül, Şerif, Şerife, Şefiye ve Sevdiye altı kardeştiler. Son olan ikizlerin doğumunu anımsıyorum. O gün, annemin onlara niçin koşarak gittiğini çok daha sonradan öğrenmiştim. İkizlerin ebeleri olmuştu...

Gönlüm, çocukken koşuşturup durduğum tüm çevreyi kolaçan etmek isterdi. Ancak zaman çok hızlı ilerlemişti.

Çocukluğumdan yeniden geri dönmeliyim...

Adnan Aladağ,

İslamoğulları Köyü

Fotoğraflarda İslamoğulları köyünden bir manzara ve  Bursa'da yaşayan bazı köydeşlerim görünmekte...

Yorumlar 1
Ruşen ŞENTÜRK 09 Haziran 2023 00:00

Çok güzek dile getirmişsin, ağzına kalemine sağlık. Benim babaannemin anneside Islâmoğları'ndanmış.

Bakmadan Geçme