İslamoğulları'na, çocukluğuma döndüm... ( 1.)

Yıllar sonra, köyümü görmeye döndüm. Sadece hüzün.

Geçmiş yıllardan dolayı sararmış ve toz toplamış, koruduğum defterleri karıştırdım. Aralarında itina ile kaplanmış ilkokul yazı defteri (Тетрадка за писане) vardı.

Sayfalarındaki küçük ve büyük harflerin yazılmasını sınırlandıran üçer paralel sıraların arasında, boncuk gibi dizilmiş el yazılarım, beni acayip duygulandırdı.

Köyümü yazmışım. Her halde öğretmenimiz kompozisyon istemiş. Başlık - “2000 yılında köyüm.” Ne güzel anlatmışım her şeyi. Belki de, 1962 veya 1963 yıllarıymış.

Köyüme büyük şehirlerdeki gibi elektrik gelecekmiş. Lambalar tavanda asılı. Ocaklığın kenarındaki kandil is salgılamayacakmış ve lambanın şişesi de islenmeyecekmiş. Dalca’dan şose yapılarak köyümüze kamyon gelecekmiş. Tabii, derenin akağında Cebel’den gelen ve Kale olarak bilinen, köyümüzde de Asarcık olarak anılan tepenin altından tünelle Eğridere’ye geçecek olan tren yoluyla biraz da abartmışım... Ama ormanı bilmişim. Dikilen ağaç fidanları, Asar tepesini öyle saracakmış, artık tepede bulunan kale surlarındaki taşlar dik yamaçlardan aşarı yuvarlanmayacaklarmış...

Evet, o zincir gibi harflerle dizili ilkokul defterimdeki kompozisyonda çok şeyleri bilmişim ve doğru tahmin etmişim; fakat küçük bir ayrıntıyı tahmin edememişim.

İki bin yılına doğru, köyümün var olmayacağını hiç mi hiç öngörememişim.

***

Aladağ'ya doğru giden, köyümüzün yanı başından geçen şose yolunun yapılışını hatırlıyorum. Bu dağlardaki yolların kazma kürekle açıldığının canlı şahidiyim.

Şimdilerde dümdüz ve aklan asfalt var; ama ben o dönemleri hatırlıyorum. Nasıl akşamları işçiler paydos ettiklerinde, el arabalarını dayadıkları yere kadar mesafeyi, köy çocukları bir nefeste alırlardı. Ne meraktı o el arabalarını tangırdatarak sürmek...

Şuracıkta Raif aganın sıra sıra kirazları vardı. Olgunlaşıp toplanmaya başladıklarında, tüm köyün çocukları düşürdü kiraz yemeye. Ağzımı doldura doldura yediğim o kirazların tadı halen dilimin ucunda. Hele de çok sevdiğim o iri iri sarı kirazlar. Kırmızı olanlara kıyas daha iri ve biraz daha sert olurlardı, nedense onların tadına hiç doyamazdım. Bilhassa, sabahları o benzersiz parlak damlacıklara bürünmüş kocaman kirazların lezzeti nasıl da bambaşka oluyordu...

Gür sesiyle, bıyıklarının altından gülümseyerek, "Saldırın, çocuklar, yiyin, Raif aganızın sağlığında yiyin ki, kiraz yemedik demeyin!" diye seslenirdi komşumuz.

***

Arabayı park etmek için, dönemecin devamında uygun bir sapak gördüm. İndim ve karşı Aladağ’dan Ustura'ya doğru şöyle bir göz geçirdim. Çocukluğumda da Ballıkaya’nın ilginç şeklini daima ilgiyle seyrederdim.

Gözüme oraları uzak gelirdi, şimdi iki adım. Kulağımda, Hamitler' deki kadınların, ekili bahçelere zarar veren hayvanları kovma sesleri çınlar gibi oluyor.

Niye kızmasınlar ki? Nedense, bahçe denilen ve birkaç çapa görmüş kara parçası, taş duvarlarla korunmuş minnacık toprak alanlardan ibaretti.

Şimdi karşımda ne bahçe çitleri, ne de evler var. Harabeye dönüşmüş her yer.

Yüksekten, hemen ayaklarımın ucunda olan köyüme seyre kaldım. İçimi bir hüzün sardı.

Köyün üzerindeki, şu anda yamaçlarında bulunduğum tepeye Asarcık derlerdi. Zirve doruğunda, bizlerce bilinmeyen tarihte bir kale varmış. Temelleri halen duruyor; ama artık yıkılan taşları zirveden aşağıya yayılmış vaziyette.

Evlerimizi o taşlığa benzettim. Sadece bir şairin dediği gibi, boyunları bükülmüş bizim evlerin.

Çatılar çökmüş, duvarlar erimiş, yaban ağaçları yatak odalarını dahi istila etmiş.

Sanırsın ki, burada var olan hayat kalıntıları, geçmiş asırların en derinliklerinde kalakalmışlardı.

Fazla değil, şuradan birkaç yıl sonra geçecek olan sıradan bir yolcu olursa, bilinmeyen bir tarihlerde medeniyet varmış buralarda keşfinde bulunacaktır. Haklı da olacaktır; ama tarih bilinmeyen değil, daha dün denilecek kadar yakındı...

Daha dün gibi, çocukluk günlerimde arkadaşlarımın cıvıltısını, otlamaktan dönen hayvanların boynundaki çanlarının sesini hatırlıyorum.

Köyümün mektep yanından aşağı inerken sakinlerini anımsıyorum. Bir odadan oluşan, köy mektebi dediğimiz, hayal meyal hatırladığım o yapı, zaman içinde çok farklı amaçlar için kullanıldığını büyüklerimden dinlerdim. Erkekler namaza toplanır, çocuklara kuran okumayı öğretirlermiş. Bazen de geceye kalmış yolcular burada misafir edilirmiş. Günler olurmuş ki, köy kadınları bol bol yemekler yaparak burada doyasıya eğlenirlermiş. Bunu o zamanlarda idrak edemezdim; ancak çok sonraları öğrenecektim ki, bunlar yedi kızlar aşı şenlikleri imiş. Ben o şenliklere şahit değilim. Aklımda kalan, herhâlde, yaşlıların arasındaki sohbetlerden olacak.

Artık o mektep yok. Yağmur ve karların etkisinden temelleri dahi kaybolmuş. Aha, hemen şurada sağda, bir omzuna abadan yamalı setresini asmış otururken sanki Hayli enişteyi görüyorum. El altından hiç yok olmayan asası, kuşağında hiç sesini duyamadığım kavalı, başında rengi yok olmuş kasketi.

Zaten rahmetlinin gözleri kördü. Bir eşeği vardı ki, kendisini istediği yere götürüp getirirdi. İçeriden sanki eşi Emine cicenin peşinden sesi duyuluyordu. Kadın niye sitem etmesin ki. İki oğulları vardı - Orhan’la Ayhan, kendileri çoktan sessiz sedasız ortalıktan kaybolmuşlardı. Ev işlerinde kadıncağız sadece kızlarından bir medet umuyordu. Bu işler de hiç bitmiyordu. Kızları İsmigül, Fatmagül ve Gülbeyaz’dı. Herhalde, karı koca gülleri çok seviyormuş ki, sıra sıra doğan kızlarına hep gül demişler. Bir de Firdevs ile Resmiye adında kızları vardı. Onlar şimdilerde nerelerdedir, acaba?

Bir yerlerde Orhan’ın sözü geçti. Bursa’da şoförmüş. O an, bunu duyduğumda burnumun altından biraz gülümsemiştim. Asarcık’ın altında işçilerin bıraktıkları el arabasını ağzıyla “prrrrr” yaparak nasıl sürdüğünü anımsadım, kendisini arada bir de “biiip, biiip” korna sesleri yansıtırken hatırlıyorum. Daha o zamanlardan çizmiş kaderini de haberi yokmuş.

Hemen sokağın solunda, Cemil ve Raif kardeşlerin bitişik evleri bulunuyor. Raif ağabeyin karısı Fatma abla, bizleri hep güler yüzle ve sıcak tebessümle karşılardı. Oğlu Yılmaz’la akrandık ve birlikte çok dolaşıyor olmamızdan kaynaklanıyordu, bu durum.

Düşünüyorum da, bu köyden yedi yaşında çıkmıştım. O gün bu gün, kendisini hiç görmemiştim. Buruk bir acıyla öğrendim ki, Fransa'nın başkenti Paris'te rahmetine kavuşmuş. Kardeşi Süleyman’ı görmüştüm birkaç kez, küçükleri Şahin ise Bursa’da bir lokanta işletiyordu. Daha sonra Londra, İngiltere'de rızkını aramaya gitmiş. Naci, Ramazan, Naciye ve Necibe'nin nerelerde olduklarını hiç bilmiyorum; ama isimlerini hala çok iyi anımsıyorum.

Artık baba evi dar geliyor diye, ne merakla arka bahçedeki yeni evlerini inşa etmişlerdi. Onlar da çocuk yaşta, küçücük bedenleriyle yardımları dokunsun diye sırtlarında taş taşımışlardı.

Evlerinin altında geniş meyve bahçeleri vardı. Elması, armudu, kocaman sarı erikleriyle, çeşitli meyve ağaçları yetiştiriyorlardı büyük bir merakla.

Hele o sarı eriklere ne denilsin ki. Bir tanesi zaten doldururdu ağzımı. Sulu sulu, halen tadı dilimde desem yalan olmaz.

Elimde, çanga dediğimiz su kabı ile koşarak bahçelerinin altındaki çeşmeden su almaya gidiyordum temayül.

Bahçeleri yamaçtı ve mutlaka mevsimine uyan olgun bir ağaçtan düşen olgun bir meyve, yola yuvarlanırdı ve sanki sadece benim bükülüp almamı bekliyordu...

Şimdi o yeni evler çatısız kalmıştı ve nereden buralara dadandılarsa, fırsatçılar ve yağmacılar, binbir hayallerle inşa edilen o güzelim evleri yok olmaya mahkûm etmişlerdi.

Ta buralara kadar gelip, göç sonucunda, arkada bırakılan her şeyi söküp götürmüşlerdi. Çatıların yaslı örtü taşlarını da söküp taşımışlardı. Şimdi kim bilir nerelerde, kimlerin villasının kaldırımlarını oluşturuyorlar.

Oysa, aşırı bir zahmetle buralara arkada veya hayvan sırtında getirilen taşlar, köy evlerimizin ocak sıcaklığını nice fırtınalardan korumuştu.

O güzel kış günlerindeki çatılardan uzanan buz sarkıtlarını anımsıyorum. Güneşin altında erimeye başladıklarında yaydıkları ışıltıları şu an bile gözlerimde canlandırıyorum. Nedense, onların eriyişlerini daima baharın habercisi olarak algılıyorduk...

Raif aganın eski evi, koskoca bir asra meydan okurcasına, kale gibi dimdik ayakta duruyor. Gözlerim, çevreyi incelercesine evin bahçesinden karşı yamacı dolaştı. Asar sırtında eskiden tahta tahta bölünmüş tarlaları vardı. Orman oralarını da istila etmiş. İki denk daha fazla tütün alınsın diye, kaynaçtan su tenekelerini doldurulup bakraçlarla o daha çocuk yaşlarında gencecik bedenler ne sular taşımıştı...

Adnan Aladağ,

İslamoğulları Köyü

( Devam edecek )

Yorumlar 1
Mümin Ok 07 Haziran 2023 10:03

Harika bir yazı elinize sağlık o kaleminiz hiç tükenmesin.Bir sonraki bölümü sabırsızlıkla teşekkürler.

Bakmadan Geçme