İnkar Aşaması

Gülçinar, evine giderken sürekli ardına ve ellerindeki mavili poşetlere bakıyordu. Bir şey eksikti; ama, ne? Ekmek ve yoğurt almıştı. Peynir de, kaşar da ve daha bir sürü şey. Hatta ve hatta bir sürü gereksiz şey. Yaşadığı apartmanın asansörüne bindiğinde, uzun eteğinin cebindeki alışveriş listesini kontrol etti. Yazılan her malzeme alınmıştı, hatta fazlası bile. "Eksik olan ne acaba ya?", diye kendi kendine mırıldandı. Asansör son katta durdu. Gülçinar, çantasından çıkardığı anahtarla dairesinin kapısını açtı. Eşi Turhan, bu akşam biraz daha erken gelmişti işten, haberleri izliyordu mutfakta. „Hoş geldiniz, hayatım. Yine çok şeyler almışsınız marketten. Niye zahmet ettiniz. Ben alırdım. Ağır bak bunlar. Belin ağaracak; ama senin ağır kaldırmaman gerek. “deyip, hızlıca kapıya kadar yardıma geldi. Gülçinar, “Merak etme sen! Her şey yolunda, hayatım. Fazla bir şeyler almadım, her zamanki aldığım şeyler işte.” diyerek pembe sandaletlerini ayaklarından çıkarmaya başladı. „E, oğlan nerede? Parkta mı kaldı? Yoksa birine mi emanet ettin sen beş yaşındaki çocuğu? Kime? Hep konuşuyoruz ya seninle, kimseye çocuğu emanet etme diye. Unuttun mu yoksa? Nerede kaldı oğlan?“ diye sordu Turhan eşine. Gülçinar, birkaç saniyeliğine duraksadı. Zeytin karası gözlerini eşine çevirerek, “Sana emanet ettim ya marketin önünde. Hatırlamıyor musun yoksa? Ben bakarım oğlana, sen rahat rahat alışverişini yap.” dedin ya bana. “E, hani, nerede oğlan?” diye odaları hızlı ve telaşlı bir şekilde aramaya başladı. “Ben yeni geldim işten, hayatım. Marketin yanından dahi geçmedim. Biliyorsun, oradan geçmiyorum ki ben. Şurada, ana yolda indim fabrikanın servisinden. Nerede oğlan? Şaka mı bu? Şaka mı? Dalga mı geçiyorsun sen? Sen iyi misin? İyi misin sen, Gülçinar? Hayatım, nerede oğlan, söyle? Nerede Eren?” diye var gücüyle bağırmaya başladı Turhan. Panik içerisindeydi her ikisi de. Korkuları gözlerinden okunabilecek kadar, paniklediler. Gülçinar, banyonun yanındaki dar duvara yaşlanmış, bir eliyle kafasını tutmuş halde, tir tir titriyordu. Tıpkı bir yavru kedinin yağmur altında kaldığı gibi, titriyordu. Kapıya vurulduğunu duymadılar bile. Ardından uzunca zile basıldığını da. Kapıyı açacak mecal kalmamıştı her ikisinde de. „Anne! Baba! Evde misiniz?“ diye bağırıyordu Eren alt kattaki Yağmur'un babasıyla birlikte. „Turhan abi, Eren'i getireyim dedim ben. Yenge bana emanet etti de az önce marketin önünde. Biz de şimdi annemlere gideceğiz, misafirliğe, yoksa bakardım az daha ona. Bilirsin, benim kızla çok iyi arkadaşlar ikisi.’’ Turhan, bozuntuya vermeden, „Çok teşekkür ederim, Hasan kardeş. Ben de gelecektim zaten şimdi dışarıya, çocuğu almaya. Sana zahmet oldu, sağ olasın.’’ dedi.

Gözlerini açtığında şehir hastanesinin acil servisindeydi. Kolundaki tansiyon aletini görünce çok korktu. Büyük bir odaydı. Büyük, bembeyaz ve türlü türlü aletlerle dolu bir oda. Başka hiç kimse yoktu. Bir tek Gülçinar. Yavaşça yataktan kalkmaya yeltendi ki, odaya genç, ufak - tefek, kıvırcık saçlı bir doktor girdi. „Geçmiş olsun, Gülçinar hanım! Nasıl hissediyorsunuz kendinizi? Bayılmışsınız evde. O yüzden buradasınız. Tansiyonunuz hayli yüksekti buraya getirildiğinizde. İğne yaptık size ve şu an gördüğüm kadarıyla her şey yolunda. Eşiniz ve oğlunuz kapıdalar. Haber vereyim de gelsinler.“ diyerek çıktı odadan.
Gülçinar çok şaşkındı. Ne tansiyonu? Ne hastanesi? Neler oluyordu? Bir türlü anlayamıyordu. Eşi ve oğlu geldiğinde ağlamak üzereydi. Onlara, „Hayatım, oğlum, ben çok korktum. Sizi de korkuttum, değil mi? Çok, çok özür dilerim sizden! Neler oldu bana? Ne yapıyorum burada ben? Nasıl geldim buraya? Hiç hatırlamıyorum ki. Annem nerede peki? Kapıda mı? Orada değil mi? Çağır gelsin o da, lütfen, bir sarılayım ona. Ona çok ihtiyacım var şu an.“ diyerek gözlerini kapıya dikti. Turhan bir doktora baktı, bir de eşine. Gülçinar'ın yanına yaklaştı, yavaşça ellerini avucuna alarak, “Canım benim, annen yok. Gelmedi. Gelemez ki. Unuttun mu yine? Annen iki ay önce kalp krizinden dolayı vefat etti ya.“ dedi. Gülçinar, dondu sanki. Bir heykel gibi, hiç kıpırdamadan öylece durdu kaldı. Ne bir gözyaşı, ne de bir çığlık. Ne de herhangi başka bir tepki. Sadece donup, kaldı. Elinden oyuncağı alınmış masum bir çocuk gibiydi adeta. „Annesinin ölüm haberini aldığında da böyle olmuştu, doktor hanım. Ondan sonra da hiç konuşmadı annesi hakkında. Hiç ağlamadı. Hiç aramadı onu. Ta ki bugüne dek. Oğlanı bana emanet ediyorum diye, alt kattaki komşuya emanet etmiş. Sonra eve gelince farkına vardı neler yaptığını. Sonrası da malumunuz. Bayıldı. Pat diye düşüverdi banyonun yanına ve ilk defa şu an annesini aradı. Ben de çok şaşkınım bu olanlardan. Gülçinar gitti ve sanki yerine bir başkası geldi. İnanılır gibi değil. Sanırım suç bende. Hata bende, doktor hanım. Bir şeylerin yolunda gitmediğini fark ettiğim an, onu bir psikologa götürmeliydim. Ah, şu aptal kafam, ah! Eşim, cenazeden bir - iki gün sonra sürekli ellerini yıkamaya başladı, doktor hanım. “Pis bu ellerim. Yıkıyorum, yıkıyorum ama, hala pis bu ellerim benim.”diyordu hep. Daha önce öyle şeyler yapmıyordu hiç. Sürekli evde temizlik yapmaya başladı sonrasında. Bal dök, yala oldu evimiz. Bir de sık sık unutmaya başladı çoğu şeyi. Yemeği ocakta unutuyordu mesela, ya da musluğu kapatmayı. Evden çıkarken kapıyı kilitlemeyi, banyodaki lambanın ışığını kapatmayı, konuşma esnasında neler konuştuğumuzu, benim doğum günümü, ki hiç unutmazdı böyle önemli tarihleri, en son da işte oğlanı kime emanet ettiğini unuttu. Keşke daha o ilk fark ettiğim zamanlarda götürseydim onu psikologa ben. Belki bu kötü gün yaşanmazdı. Belki bu duruma düşmezdi eşim. Düşünebiliyor musunuz, doktor hanım, annesinin cenazesine gitmedi. O gün Eren’le birlikte merkez parkındaydı. Bütün gün hem de. Karanlık olunca eve geldi ve hiç bir şey olmamış gibi davrandı hep. Gülçinar, annesinin mezarı nerede, onu bile bilmiyor, doktor hanım. Götürmek istiyorum, ama duymuyor beni. Hemen konuyu değiştiriyor, başka başka şeyler konuşmaya başlıyor. Ben ne yapacağımı, kime danışacağımı bilmiyorum, doktor hanım. Şaşırdım, kaldım. Bana bir yol gösterin, lütfen’’, diye uzunca anlatıyor ve gözyaşlarını siliyordu Turhan.

Eren, anneciğine sarılmış halde, kısık sesiyle bir şeyler anlatıyor ve incecik parmaklarıyla da yanaklarını okşuyordu. Gülçinar ise kapıdan gözlerini ayırmıyordu, ayıramıyordu. Annesinin bir an önce gelmesini ve ona sımsıkı sarılmasını dört gözle bekliyordu. Acildeki kıvırcık saçlı doktor, Gülçinar'ın bu halde eve gitmesine gönlü razı olmadığından dolayı, onu hastanenin altıncı katındaki psikolog Prof. Ayşegül Tekin'e gönderdi. Saat hayli geç olduğundan olsa gerek, başka kimse yoktu. Profesör Ayşegül hanım, Gülçinar ile yalnız konuşmak istediğini söyleyince, Turhan ve Eren kapı önünde beklemek zorunda kaldılar. Dakikalar geçmek bilmiyordu bir türlü o uzun koridorun sandalyelerinde. Eren'in uykusu bile gelmeye başladı ki, profesör ve Gülçinar gülümseyerek odadan çıktılar. “Oğlum, uykun mu geldi senin bakayım? Gidiyoruz, gidiyoruz. Ben iyiyim, merak etme, annem! Bir beş dakika daha buradayız. Profesör Ayşegül hanım babanla konuşmak istiyor.” deyip oğluna sıkı sıkı sarıldı Gülçinar. Psikolog, "Turhan ben, korkulacak bir durum yok. Eşiniz, nasıl diyeyim size, kara bir kuyu içinde gibi hissediyor kendini şu an ve bu ölümü bir türlü kabullenmek istemiyor. Yani kısacası, inkâr aşamasında. Adı tam da bu: "inkâr aşaması," bizim dilimizde. Ve annesinin ölümünü düşünmemek için kendini başka şeylerle avutmayı seçmiş. Susmak gibi. Ağlayamamak gibi. Temizlik gibi. Unutmak gibi. Unutunca rahatlıyor çünkü kendince. Benim tavsiyem, kendisine de söyledim zaten, bir an önce annesinin mezarını ziyaret etmesi. Kabul etti. Hatta yarın sabah ilk iş gideceğini söyledi bana. Birlikte gidin. Ailecek. Bırakın orada ağlasın, çığlıklar atsın, bağırsın. Pazartesi, saat dokuza yine randevu verdim kendisine. Birkaç defa daha çağıracağım onu seanslara. Öyle konuştuk, anlaştık. Her şey yoluna girecek, göreceksiniz. Sizden ricam, kendinizi suçlamayın sakın ve eşinizi yalnız bırakmayın." deyince, Turhan kendini ağlamamak için zor tutuyordu.

Ertesi sabah erkenden ailecek mezarlığa gittiler. Gülçinar titriyordu. Annesinin mezarı başında öylesine ağladı, öylesine bağırdı ki, yer gök inledi sanki. Defalarca mezar taşına sarıldı. Tıpkı annesine sarılırmış gibi, defalarca mezar taşına sarıldı. Öptü, kokladı, konuştu, rahatladı...

Psikolog Ayşegül Tekin haklı çıktı. Her şey daha da yoluna girdi birkaç seanstan sonra. Gülçinar, zor da olsa annesinin ölümünü kabul etti ve o günden sonra ne aşırı derecede temizlik yaptı, ne sustu, ne de bir başkasına oğlunu emanet edip, unuttu.

Şefika REFİK

Bakmadan Geçme