İlk defa nereye, kime gideceğimizi bilmediğimiz bir yolculuğa çıktık bugün. Elimizde ne bir bilet, ne bir adres...
Sadece eski bir Rus arabası olan kırmızı "Jiguli", annem, babam, on iki yaşındaki ben, giyecek giysilerimiz, bir kat yorgan döşek...
Bir de iki aylık olan yeni aile ferdimiz Boncuk. Beyaz tüylü, boncuk gözlü kedimiz.
Köydeki diğer kızların elinde hep bez bebekler var, oğlanlarda - araba. Bende ise kedi...
„Kime versem”, diye hiç düşünmedim onu. Çünkü en önceden biliyordum, onu burada terk etmeyeceğimi.
Bu topraklarda sevilseydik, buradan kovulmazdık...
Bizi neden burada istemiyorlar, neden?
Ne bilsin bunları on iki yaşındaki bir kız?
Ben nereden bileyim ki?
Bilmiyorum! Anlayamıyorum!
Tek tesellim babamızın yanımızda olması. Ya olmasaydı?
Ya o da Feride'nin babası gibi kaybolsaydı ortalıktan?
Ya da Mehmet'in babası gibi ölüsü getirilseydi eve?
Benim babam yanımda. Annem de yanımda. Boncuk bile yanımda.
Ama onlarınkiler yok. Belki hiç bir zaman gelmeyecekler. Kim bilir?
Gitmekle doğru yapıyoruz, galiba?
Daha doğrusu, kovulmakla doğduğumuz topraklardan...
Doğruyu yanlışı bilecek yaştayım ben.
Ama bu yapılanlara...
Doğru mu? Yanlış mı demeli?
Daha doğrusu, bu zulme ne demeli, nasıl nitelendirilmeli?
Henüz adı yok bende.
Ben, Asiye. On iki yaşındayım.
Son dört yıldır hem Asiye oldum hem Angelina...
Yani evde, ailem, akrabalarım ve arkadaşlarım bana Asiye diye hitap ettiler. Okulda ise Angelina dediler hep bana...
Çünkü burası Bulgaristan!
Çünkü buradaki her Türkün, ailesi tarafından konulan bir Türk adı, devlet tarafından da zorla konulan bir Bulgar adı var...
Ben hiç sevmedim, bu Bulgar adını. Bir türlü alışamadım ona.
Hem neden iki adı var ki Türklerin?
Mesela, neden Bulgarların da iki adı yok?
Bizim neden sürekli Bulgar polisinden korkarak yaşamamız gerek?
Neden Türkçe konuşmak yasak?
Ya da...
O kadar çok sorular var ki kafamda!
Hepsi cevap arıyor. Peki ya cevaplar nerede?
Ben, Asiye. On iki yaşındayım.
Ben, soruların cevapsız, cevapların ise yönünü çoktan kaybetmiş olduğunu anlayabilecek yaştayım sadece.
Şimdi tam ortasındayız kaderimizin.
Tam ortasında! Şurada! İki sınır arasında!
Ben. Babam. Annem. Kedim.
Nereye bakarsam bakayım, her yer insan.
Düğün alayı gibi mübarek. Ya da köyde senede iki defa düzenlenen panayır misali gibi burası.
İnsan... İnsan...İnsan...
Hiç biri, hiç birimiz nereye gideceğimizi bilmiyoruz.
Kaldık burada. Böyle boynu bükük, böyle çaresiz, böyle kimsesiz, böyle acılı, böyle Türk!
Her yer polis kaynıyor burada. Coplar havada uçuşuyor, hem de hiç bir sebebi yokken...
Gidiyoruz ya işte! Neden hala dövüyorlar ki bizi?
Nedir, bu ağır kelimeler?
Bu kin, bu nefret, bu ayrımcılık nedir ki?
Ben, Asiye. On iki yaşındayım.
Ve ben, neden burada, tam iki sınır arasında olduğumuzu bir türlü anlayamıyorum.
Annem „Göç!” diyor. Babam „Göç!” diyor.
„Göç!”, nedir ki?
Nereden icap etti yerimizden yurdumuzdan sürülmek?
Kimseye zararımız yoktu halbuki.
Ben okula, annemler tütün tarlasına gidip geliyorduk.
Sonra bir gün, köy meydanına topladılar bizi.
Savaşta esir düşmüş gibi, dört tarafımız askerlerle sarıldı. Silahları vardı. Böyle kocaman...
O silahların namluları ucunda biz vardık. Türkler.
„Gideceksiniz! Size bir hafta mühlet. Ya da...”
Benim dilim söylemeye varmıyor hala.
O gece, babam eve geç geldi. Oysa hiç öyle yapmazdı.
Sonraki günler bir telaş, bir hazırlık.
Hep o kelimeler ağızlarda: „Göç”, "Ana vatan Türkiye"...
Şimdi burada, bu iki sınırın tam ortasında düşünüyorum da, gitmek bir nevi kaçmak mı, yoksa kaçıp kurtulmak mu?
Ama her şeyimiz orada kaldı. Akrabalarımız, arkadaşlarımız, anılarımız, geçmişimiz...
Sevdiğimiz her şey orada.
O Rodop dağlarında gizli olan köyümüzde kaldı.
O dar sokaklarında bir daha saklambaç oynayamayacağım mesela.
Sabah erkenden kalkıp, tütüne elimi süremeyeceğim.
Ya da komşumuza gidip bezelye ayıklamasına yardım edemeyeceğim.
Ya da köyümüzün ortasından geçen derenin serin sularından yalınayak geçemeyeceğim bir daha...
Ben, Asiye. On iki yaşındayım.
Ben çok korkuyorum. Annem de, babam da, kedimiz de...
Çok korkuyoruz.
Tam da burada, bu kadar çok insanın arasında, kendini tek başına hissetmek en büyük korku olduğunu anlıyorum.
İçini kemiren bir korku. İçini kesen bir korku. İçini donduran bir korku!
Bir türlü anlatamadığım bir korku.
Ardımda yarım kalmış bir hayat var.
Yarım kalmış oyunlar. Ayrı düşen sevgililer. Parçalanmış aileler.
Ardımda zulmün ta kendisi var.
Şurada tam önümde...
Ay yıldızlı bir bayrak dalgalanıyor göklerde özgürce...
Sanki selam verircesine hepimize.
Sanki "Korkmayın!" dercesine.
„Selam, Türkiye'm, ben geldim!
Ben, Asiye. On iki yaşındayım.
Korkularımla, gözyaşlarımla geldim sana.
Yepyeni bir hayata adım atmak için; umutlarımla; hayallerimle...
Kardeşçe yaşamak için; insanca yaşamak için, Türkçe yaşamak için sana geldim!”
Şefika Refik,
"Karanlığın Sesi" adlı öykü kitabından