- Haberler
- Her dönemin adamı değil, her dönem adam olacaksın! - 1.
Her dönemin adamı değil, her dönem adam olacaksın! - 1.
Kendisi de kırılan, yıkımlar geçiren ve sürekli yara alan Bulgaristan toplumu, Türk azınlığı ile bir toplumsal sözleşmeye hamdı, çıbanbaşı gibi sivrilmiş, en yumuşak yapıcı eleştiriye bile tahammülü yoktu. Sivri ve keskin taşlarla milliyetçilik ve ötekileştirme kalesi kurmaya koyuldu. Milliyetçilik, şovenizm ve ötekileştirme düşmanlığının kale temelleri öyle dolduruldu ki, Türk aydınlarımızın ilerici toplumculuğuna ve hoşgörülü yaklaşımına hep ters bakıldı. Bizlere karşı yıllar boyu tepkili kaldılar...
Her dönemin adamı değil, her dönem adam olacaksın! - 1.
Bazı yabancı kelimeler dilimize giriyor ve halkın bağrından gelmediğinden dolayı ve derin kök salmadan, birer süs çiçeği gibi aramızda barınıyorlar. Bunlardan biri "entelektüel" kelimesi olabilir diye düşünüyorum.
Bizim toplumumuzdaki ilk entelektüellere ”mektepli” diyorlardı. 1924 yılında, Şumnu’da Medresetü’n Nüvvap açıldıktan sonra, ilk mezunlarına “nüvvaplı” dediler. Razgrad, Eski Zağra, Kırca Ali, Şumnu ve Sofya’da Türk pedagoji okullarını bitirenler ise “ aydınlar” olarak tanıtıldı. Azerbaycan’dan gelen konuk profesörlerle aydınlık lambamızın fitili uzatıldı. Böylece ilk yüksek tahsillilerimiz – entelektüellerimiz – gururla halka karıştı. Onlar bizim halk aydınlarımızdı…
Nüvvab’ı bitirip, hoca ve öğretmen olarak, köy ve kasabalarımızda irfan meşalemizi yükselten gençler, sarıklı da olsalar, halk diliyle mürekkep yalamış ve rahlede potur eskitmiş olmaları, bunların davranışlarından, konuşmalarından ve yürüyüşlerinden bile belli oluyordu. Bizim Kozluca (Suvorovo) İmamı İdris Hoca da onlardın biriydi.
Aydın ocaklarımızın ilki Deliorman’da kuruldu ve Şumnu’da yetişen aydınlarımız Bulgaristan’daki Türklerin aydınlatma çağını başlattı ve yaşattı. Halk, kaleme kitaba sarıldı. Bu devir, Türkiye Cumhuriyeti’nde büyük önder Mustafa Kemal Atatürk yönetiminde gerçekleşen dil ve yazın reformu ile denk geldi. Yeni Türkçenin doğuşu ve yerleşmesi, yeni düşünme tarzı ve çağdaş Türk kültürünün yeşerdiği yıllara rastladı. Bizdeki uyanış paralel olarak gelişti ve Latin harfleri bizim okullarımıza hızla girdi. Müftülüklere ve camilere çöreklenmiş yobazlar ve gericiler temizlendi...
Halkın kullandığı anadilden ilham alarak, ilk edebiyat yaratıcılarımız ortaya çıktı. Halkımız onlara, denetim altına girmeyen, bağımsız ruhlu ve özgür kişiler olarak baktı. Aslında şair ve yazarlar politik kişilerdir, kalemleri keskin olur. Ümmetten Türk olarak çıkarken, bizleri başka dil ve dinle tozlaştırmadan dimdik yetiştirdiler, toplumsal ruhumuzu oluşturdular ve Bulgaristan devletini önemli bir toplumsal sözleşmeye davet ettiler. Birinci maddesinde, Türk olduğumuzu, insan haklarımızı, kendi dili, dini ve yaşam biçimi olan bir topluluk olduğumuzun kabul edilmesini gerektiren aynı bu toplumsal sözleşme, 2019 yılına gelinmesine rağmen, hala imzalanmamıştır…
Kendisi de kırılan, yıkımlar geçiren ve sürekli yara alan Bulgaristan toplumu, Türk azınlığı ile bir toplumsal sözleşmeye hamdı, çıbanbaşı gibi sivrilmiş, en yumuşak yapıcı eleştiriye bile tahammülü yoktu. Sivri ve keskin taşlarla milliyetçilik ve ötekileştirme kalesi kurmaya koyuldu. Milliyetçilik, şovenizm ve ötekileştirme düşmanlığının kale temelleri öyle dolduruldu ki, Türk aydınlarımızın ilerici toplumculuğuna ve hoşgörülü yaklaşımına hep ters bakıldı. Bizlere karşı yıllar boyu tepkili kaldılar...
Ramazan Bayramı’na 2 gün kala, Başbakan B. Borisov, Slivne’nin Kazan (Kotel) bölgesindeki Türk köylerini ziyareti esnasında, “Hoşgörü olmadan, geleceğimiz karanlık,” dedi. 140 yıllık Bulgaristan tarihinde, bu sözler ilk samimi itiraftır. Doğrusu, bu söze karşı söyleyeceğimiz yok. Makam aracında yolculuk ederken, Yeni Zara’dan sonra gelen ova köylerinin tamamen boşalmış olduğunu ve ilk insan kalabalığına Gerlovo tepelerindeki Türk köylerinde rastlaması, kendisini güçlü bir şekilde etkilemiş olabilir…
Bulgaristan toplumu, kendisinin dış baskı altında ezildiğini görmek istemedi. Monarşist - Faşist diktatörlüğün baskıları Müslümanları çok ezdi. 45 yıllık komünist terörü ve eziyeti asla unutulamaz. Hiçbir Bulgar yazar bir Türk köyüne girmedi. Azınlık nüfusun çilesi fotoğraflanmadı. Totaliter devlet, güdümlü edebiyatçılar istiyordu. Buna karşı çıkanlar ise, şair Nuri Adalı gibi, 24 yıl zindanda veya sürgünde kaldı. İçeri düşmekten korkanlar mülteci oldu. Bulgaristan toplumu öyle bir toplum ki, yazarın yanlı olmasına, taraf tutmasına ve eleştirel olmasına tahammül edemedi. “Adımı alınca karanlıkta kaldım” diye haykıran Sabahattin Bayram'ı bile yurttan kovdu. Şair Naci Ferhat, "Ne yaparsan yap ama ata köklerini asla kesme” demişti ve cebine beş kuruş girmeden ömrü geldi geçti…
Ne var ki, bizim aramızda hep başkaları da vardı. TRT -1 televizyonunda anılarını anlatırken, kendini Eğridere ‘ye bağlı Halaçdere köyünden olduğunu tanıtan Prof. Dr. İsmail Cambazov, Medresetü’n Nüvvap bitirdiğini, totalitarizm döneminde komünist ülküye inandığını, İslam dini eğitimli olsa da, dinsizlik (ateizm) konusunda doktora tezi yazdığını, hak ve özgürlük davamıza katılmadığını, Bulgaristan Baş Müftülük Tarihini kaleme aldığını, Yarı Yüksek İslam Enstitüsü’nün kurucularından birisi olduğunu v.s. anlattı.
Prof.Dr. İsmail Cambazov’un bir de “Bulgarların İslam’ın Yayılmasına Katkıları” isimli bir kitabı var. Bizleri, Müslüman olduğumuz için vatanımızdan söküp atan, ata mirasımız olan 2 356 camiden 1500’ünü yıkan, yakan, kilise veya ahır yapan, diğerlerinden pek çoğunun minaresini kaydıran ve müze halinde kullanan, geçen yüzyılın yarısında ayakta kalan cami ve mescitlerimizin kapısına çelik anahtar takan Bulgar din düşmanlarının İslam’a “katkıları” olduğunu bilmiyordum. Kendisine, bu kitabı kimlerin ısmarladığını ve kaç para aldığını soracaktım ama telefon bağlantısı kuramadım…
Geçenlerde, İstanbul merkezli bir vakıf, “Yeryüzü Cehennemi Yaşadık” olarak adlandırdığı bir konferansa aynı Prof. Dr. İsmail Cambazov’u davet etmişti. Sofyalı konuk, totaliter rejim tarafından 5 adet yüksek hizmet madalyası ile ödüllendirildiğini, İslam dinine ve dolayısıyla Bulgaristan’da cehennem ateşinde yanan kardeşlerimizin asimile edilmesine hizmetlerinden dolayı el üstünde tutulduğu, özel sayfalarda resimlerle beslenerek anlatılmıştı. Ama konferansa katılan dinleyicilerden birinin yerinden kalkarak; “Cambazov, ben Sofya Mahkemesi’nde bir şiirimden ötürü yargılanırken, 15 sene ceza istediler, sen ise savcı tanığı olarak geldin ve 15 sene nedir, bu suça en az 25 sene verilsin, dedin, unuttun mu? Ne yüzle geldin, ne işin var burada?” demesi zihinleri allak bullak etti...
Yine Dr. Cambazov gibi Medresetü’n Nüvab okuyan ve daha sonra aynı okulda öğretmen olan ve Bulgar makamlarınca tutuklanarak, sahte şahitlerin ifadeleriyle ömürlük içeri düşen ve yıllar sonra İstanbul’da yakalanan bir Bulgar casusu ile değiş tokuş edilen Sayın Osman Kılıç Ağabeyimiz hakkında “Osman Kılıç Mahkemesi’nin Perde Arkası” adlı kitabın yazarı olduğunu öğrendim, şu bizim meşhur ptrofesör ateistin. Ankara’da yaşayan Osman Kılıç’ın eşi, Bulgaristan’ın ilk Başmüftüsü Hocazade Mehmed Muhiddin Efendi’nin kızıdır. Kendisinin babası, Şumnu köylerinden bir Bulgar aileden olup, İstanbul’a okumaya gönderildiğinde, İslam dinini kabul eder. Bundan 2 yıl öncesi, Başmüftülük ve Bulgaristan Müslümanları Yüksek Şurası, Dr. Cambazov’un önerisiyle ortak bir karar alarak, Hocazade Mehmed Muhiddin Efendi Ödül Geceleri düzenlemeye başladılar. Bu gecelerde, İslam’a katkılarından dolayı 5 seçkin ödüllendiriliyor. Tören açılışında ve her ödüllendirmeden önce yapılan sunum konuşmalarında ilk Baş Müftünün bir Bulgar olduğu, İslam’ı kabul etmiş bir dönme olduğu belirtildikten sonra, onun Bulgar kökenleri ve Bulgar ailesi, yüksek mevkilerdeki din adamlarımızca övülüyor ve neredeyse; “Sizler de Bulgar kökenli olduğunuzu artık kabul ediniz de, olay bitsin ve Bulgar devleti rahatlasın...” demedikleri kalıyor, fakat bu durum bizleri olağanüstü bir şekilde üzüyor, incitiyor, sürekli endişelendiriyor ve kahrediyor…
Prof.Dr. İsmail Cambazov’un 2019 yılında, Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçisinin de hazır bulunduğu kalabalık bir törende ödüllendirilmesine, ödülü aldıktan sonraki konuşmasında; “90 yıllık hayatımın en mutlu gününü yaşıyorum, ömrümde aldığım en yüksek ödül budur!” sözlerini artık siz nasıl isterseniz öyle yorumlayınız…
Benim için değerli olan; “Her dönemin adamı değil, her dönem adam olacaksın!”
Şakir ARSLANTAŞ