Göç Öncesi

*** Hele bir de bin bir uğraş sonrası, Türkiye'nin Sesi Radyosu'nun frekansını yakalayınca, insanların gönlündeki umutları öyle bir kabarırdı ki... *** Bu arada, kulaktan kulağa, hala da anlamadığım nasıl yayıldığını, halk arasında sihirli bir cümle dolaşmaya başladı 'Kendini Türk bilen herkes, 25 Mayıs günü, sat 10'da çarşıdaki saat kulesinin orada olsun...'*** Sakin ve dingin akan bir suyu düşünün. Bir de şelaleye yaklaşınca çıkarttığı o büyük gümbürtüyü, ancak böyle tarif edebilirim birden kopan o gürültüyü. Hep bir ağızdan çıkan 'İmenata' ve 'Pravata' kelimeleri havada çalkalanıyordu.

PAYLAŞ

Kendini bilen, onuru olan, milliyetçi ruh taşıyan herkes için unutulmayacak yakın bir tarihimiz var.

Nasıl bir baskıdır bu, nasıl bir zulümdür, bir insanın takma ad ve soyadı ile geçmişini nasıl silebilirsin?

Bu satırları okuyan her kimsen, lütfen, şimdi ecnebi bir isim seç ve birazcık düşün, sen artık kendin misin?

Her ortamda, bütün Türklere zoraki dayatılan Bulgar isimler ile hitap ediliyor, itaat etmeyenlere ve karşı çıkanlara ise para cezası kesiliyordu.

Sokakta, iş yerinde, her yerde anadilimizde konuşmak yasaklandı. Amaçları, bütün Müslümanlığımızı kökten silmekti...

Özellikle Türklerin çoğunlukta olduğu bölgelerde ana okullarda erkek çocukların kontrolleri yapılıyordu, sünnetli midir diye. Bunu önlemek için bütün sünnetçileri hapse kapattılar.

Bir Allah ve bir de babam bilir, o sıkıntılı günlerde nasıl yakın köyden, bin bir rica ile sünnetçinin birini eve gizlice getirip torununun sünnetini ettirdiğini.

Camilerdeki hoca ve imamlara da yasak geldi, görevlerini yapamaz oldular, saygısızlığın da ötesine geçerek, ölülerimizi bile maşatlığa gömmeye mecbur ettiler.

Atalarımızın mezar taşlarını söküp, yollara döşediler, barbarlığın böylesini bile yaptılar. Aççe’ler oldu Anka, Hüseyin‘ler oldu Hristo’lar...

Türk halkı üzgün, kızgın, çaresizdi.

Bir araya gelince, dillerde sadece Türkiye'cilik vardı, çünkü biliyorlardı, tek çıkış yolu ana vatandan geçiyordu, çünkü herkes evinde gizlice BBC, Özgür Avrupa ve Almanya’nın Sesi gibi radyolar dinliyordu.

Hele bir de bin bir uğraş sonrası, Türkiye'nin Sesi Radyosu'nun frekansını yakalayınca, insanların gönlündeki umutları öyle bir kabarırdı ki...

Ana vatanımız bizim için çabalıyordu, Türkiye’de ve dünya çapında bizleri desteklemek için düzenlenen mitinglerden haberdar oluyorduk.

Beş yıl boyunca çekmediğimiz ızdırap kalmadı, insanlarımız ahırdaki hayvanlarının sayısını çoğaltmak yerine, hepsini satışa çıkardı, tütün tarlalarının hasadı ile geçinenler, fideleri ekmez oldu, herkes bir ortak düşüncede birleşmişti;

‘’Ya yollar açılırsa, göç olursa...‘’

Şehirde de durum farklı değildi, iş yerinde olsun komşuluk ilişkilerinde olsun, artık hiçbir şey eskisi gibi değildi.

Yıllardır samimi bir şekilde görüştüğümüz öğretmen Bulgar, kapı komşum ayağını bıçak gibi kesti ve bir daha da gelmedi bize, her halde yayılan söylentiye inanmıştı. Güya, Türkler intikam almak için Bulgarları zehirleyeceklermiş...

İşte bu isim değişikliği bir sınavdı birlikte çalışan Bulgar ve Türkler için. Artık bunca yıl geçmesine rağmen, asla unutulmuyor iyi olan da, kötü olan da.

Sınav bence insanlık sınavı idi. Minnettarlığım sonsuzdur bölüm şefime, 5 yıl boyunca beni incitmek istemediği için asla Bulgar ismim ile bana hitap etmedi. Bulmuştu yolunu, bana "kolejke" diye seslenirdi. Maalesef, onun gibileri çok azdı.

"Burası Doyçe Vele Radyosu..." Hala yankılanır kulağımda, spikerin ses tonu dahi! Bu radyo adeta oksijen gibiydi babam ve ağabeyim için.

Sık sık babama ziyarete gelen kasabamızın Türk aydınlarından, saygı değer ağabeyimiz Ali Osman Filiz ile saatlerce konuşulanlar, yine isim değişikliği ve olası bir göç durumuydu.

Daha sonrası, yüzlerce aydın kişiyle beraber Ali Osman bey de tutuklanmış ve Belene’ye sürgün edilmişti.

Onlar bizim için çekiyorlar oradaki zulmü diyerek, babam vicdanen çok rahatsız oluyordu.

Ağabeyim ise ne yapar eder, Türkçe video kasetler, film, şarkı ve yasak olanları temin eder, tüm sülaleyi evimize davet edip herkesin gönlünde bayram havası estirirdi.

O senelerde "Ben buraya, el toprağına, bir kazık çakmayacağım!" diyen babam, şehir dışına bir yazlık ev yaptı. Meğer, evlat koruma uğruna, insan ne yeminler bozarmış...

Fırtına öncesi sessizlik diye bir tabir var. Bu sözde sessizlik, bizim halkımız için, 25 Mayıs 1989 yılında fırtınaya dönüştü. Bir önceki gün ise Bulgarların alfabesini yazanların anma günüydü.

Bu arada, kulaktan kulağa, hala da anlamadığım nasıl yayıldığını, halk arasında sihirli bir cümle dolaşmaya başladı;

"Kendini Türk bilen herkes, 25 Mayıs günü, sat 10'da çarşıdaki saat kulesinin orada olsun..."

Şimdi bile ürpermekteyim. Neden hala o heyecan yüreğimde?

O günkü kesin kararlılığımı, bir daha hiç hissetmedim. İnsan, doğru bulduğuna ve inandığına ancak, bu kadar kararlı olabilir.

Sabah erkenden kalktık kızımla, çarşıdan epey uzakta olduğumuz için hemen yola koyulduk.

Anne nereye gidiyoruz, diye sordu, o zaman henüz 9 yaşında olan kızım, isimlerimizi geri almak için annem, diyorum ben, kendimden öyle emin, kafam öyle dik ki...

Çarşıya yaklaştıkça kalabalığı gördük, bir bir tanıdıklar çıktı karşımıza. İki kişiyken, bizlere başkaları katılıyor, beş kişi, on kişi oluyoruz ve gruplar halinde yürüyoruz merkeze doğru.

İlk defa Dobriç çarşısı böyle bir gösteriye şahit oluyordu. Evet, ilk defa halk kendiliğinden, kendi iradesinde toplanıp, üstelik hükümeti protesto etmek için yürüyordu.

Olacak şey değildi bu! Kenarda duran Bulgarların meraklı bakışlarını görüyorduk, aralarında konuşup neler olduğunu anlamaya çalışıyorlardı.

Yürüye yürüye sinema binasına kadar ulaştık. Kendiliğinden halk sıra oluşturuyor, pankartlı olanlar öne alınıyordu.

İşte o zaman gördüm ben canım ağabeyimin elindeki pankartı. "Reşeniyata ot Viyenskata konferentsiya da vlyazat v sila." (Viyana konferansında alınan kararlar uygulansın.)

Hissettiğim gururu bir anlatabilsem, o benim ağabeyimdi, sıkıca kavradım kızımın elini ve bak dayın orada dedim...

Sakin ve dingin akan bir suyu düşünün. Bir de şelaleye yaklaşınca çıkarttığı o büyük gümbürtüyü, ancak böyle tarif edebilirim birden kopan o gürültüyü. Hep bir ağızdan çıkan "İmenata" ve "Pravata" kelimeleri havada çalkalanıyordu.

Öyle spontane bir şekilde gelişiyordu ki her şey, bir toplumun birlik olduğunda nasıl da güç oluşturduğunu o zaman ilk defa gördüm.

Böylece sloganlar atarak tam çarşının göbeğine geldik. Önceki günden kalan protokol tribünü de nasıl isabet olmuştu, ilk önde yürüyenler oraya çıktılar ve dizildiler.

Tanımadığım biri konuşmaya başladı, o arada da MVR’den olacak biri de sık sık onu uyarıp konuşmasını kesiyordu.

Trajikomik anlar da yaşandı. Kameralı adamlar çok yakınımızda çekim yapıyordu, bizlerden biri de ‘’Bunlar dış ülkelerdendir, sesimizi dünyaya duyuracaklar.’’ deyince, birçoğumuz kareye girmek için çabalamaya başladık. Nereden bilebilirdik ki, bunların polis olduğunu.

Bu elde ettikleri görüntülere göre, yürüyüşe katılanları sonradan bir bir tutuklayacaklardı veya iş yerlerine bildirip işten kovacaklardı.

O saatlerde vardiyada olan anacığım fabrikada çalışmaktaydı, fakat gözleri diktiği kumaşlarda değil, hep saatteydi, ana yüreği deli deli çarpıyor korkudan, oğlu için endişeli, çünkü geceden ağabeyimin arabaya koyduğu pankartları görmüştü.

Ana olan bilir, evladı söz konusu olunca, hiçbir kuvvet duramaz onun önünde, aynı annemin önünde yükselmiş fabrikanın duvarı engel olmadığı gibi. Mitingten haberdar olan yönetim, işçilerin çıkmalarını önlemek için giriş kapısına vurmuş kilidi. Tek çıkış yolu o duvarı atlamak. Bir insanın hele de benim annem gibi ufak tefek olan birisi, normal şartlarda asla tırmanamaz o duvardan, anacığım bir çırpıda atlıyor dış tarafa ve can havliyle şehir merkezine oğlunu kurtarmak için koşuyor.

Meydanda sloganlar devam ediyor, bu defa halk otogara doğru yöneldi, bir nehir selinin gücü gibi kalabalık adeta akıyordu insan kalabalığı. Otogarda Varna‘ya doğru giden yolu öyle sıkı kuşatmışlar polisler, kuş uçurtmuyorlar, zaten tüm köylere yollar kapatılmıştı. Dobruca‘da Türk halkının çoğu köylerde yaşıyordu ve onların katılımı da olsaydı, çok daha kapsamlı olurdu mitingimiz.

Polisler havaya ateş açmaya başladılar, öte yandan da bronetransportörden üzerimize su püskürtmeye başladılar.

Sloganların yerini korku çığlıkları aldı. Herkes kaçacak yer arıyordu. Biz de kızımla hızla koşarak, otogara yakın olan baba evine sığındık.

Başarmıştı, dağıtmıştı kalabalığı polisler ama biz de sesimizi duyurmayı başarmıştık, tepkimizi göstermiştik, hakkımız olan isimlerimizi, inancımızı sömürüp Türklüğü yok edemeyeceklerini tek yürek olup onlara göstermiştik.

Göstericilerin arasında o gün, kaynağı belli olmayan, sınır dışı edileceğimiz söylentisi ağızdan ağza yayılmıştı.

Hayatımıza tamamen yeni bir yön verecek olan bu duyum nasıl da umutlandırmıştı hepimizi.

Bunu duyan babam:

‘’Hadi toparlanın, vakit kaybetmeden gidip çektirelim şu resimleri, elimizde bulunsunlar.’’ dedi.

Cesaret isteyen bir davranıştı bu, hemen gösterinin ardından çarşıya çıkmak her tarafta polis varken. Allah'tan olaysız bir şekilde ulaştık fotoğraf stüdyosuna ve çektirdik o ömrümün en anlamlı tarihi fotoğrafını.

Sanırım kızımın ve yeğenimin, kendi çocuklarına bu resimle ilgili anlatacakları çok şeyler olacaktır.

Sadece Türk halkı için değil, Bulgarlar için de devrim niteliğinde olan bu günden sonra, hakikaten artık hiçbir şey eskisi gibi olmadı.

Ertesi gün, mesaim başlar başlamaz, tüm mitinge katılanlarla birlikte, fabrika yönetimi tarafından sorguya çağrıldık. Teker teker alıyorlardı içeriye, kimse kimseyle de konuşturulmuyordu.

Ben girdiğimde, içeride fabrika müdürü ve parti sekreteri vardı. Daha girer girmez, sekreter olan "İtiraz etmeye kalkışma sakın, sen de oradaymışsın, kameralardaki görüntülerde varsın." dedi.

Ben de ‘’Niye itiraz edeyim ki, evet, oradaydım, asıl katılmasaydım o zaman utanırdım, çünkü kendimin Türk olduğunu biliyorum, bizlere zorla verdiğiniz Bulgar isimlerini kabul etmiyoruz, anlamalısınız bunu artık, 5 sene geçti, görüyorsunuz kimse kabullenmedi." diye seslendim onlara.

Böylece ben ve ağabeyim işten atıldık. Babamda ise korku hakimdi, korktuğumuz da başımıza geldi, polisler eve gelip ağabeyimi tutuklamışlardı. Anacığım kahroluyor, ağlamaktan gözleri kan çanağına dönmüş vaziyette.

Korku içinde, endişeli ve üzüntülü bekleyiş 3 gün sürdü. Sonunda karar aldık, gidip MVR’ye soracağız durumunu, fakat sıkı bir denetim var, sokaklarda hala tutuklamalar devam ediyor, korkuyoruz, öte yandan sadece erkekleri tutukluyorlar diyerek, annem ve ben çıktık yola.

Uzun uzun bekletiliyoruz karakolda, anacığımla bankta oturmuşuz, karşımızda da ağlayan başka çok üzüntülü bir hanım. Annem hemen tanıdı; "Aaa, bu bizim doktorun eşi, demek o da tutuklu burada. Kadının simasını unuttum çoktan, ama o hıçkıra hıçkıra ağlayışını unutmadım, kendisinin bir Bulgar olması daha da bir etkiledi beni. Kocası Bulgar ismini reddedip tutuklanınca, Bulgar kadın yasa boğulmuştu...

Neyse ki, görevli komiser gelip ağabeyimi yarınki gün bırakacaklarını söyledi. Ah, kader ah! O gün canım ağabeyimin kurtuluş haberinle sevinçten uçan bizler, nereden bilebilirdik ki, sadece iki buçuk ay sonra onu ebediyen kaybedeceğimizi...

Ağabeyimin eve dönüşü ile hükümetin aldığı karar, aynı güne denk geldi.

Evet, Türkiye’mizin bizlere sahip çıkması ve rahmetli Turgut Özal’ın kucak açması, Bulgarlar geri adım atmak için zorlamıştı.

Göçü yaşayanlar bilir, birkaç bavula neyi nasıl sığdırırsın, ömründeki hangi anını, hangi hatıranı istiflersin, sen o bavullara.

Önemini yitirmişti her şey, can kurtarma derdine düşmüştük,  artık hiç bir değeri yoktu gözümüzde, arkada  bırakılan evlerin ve bahçelerin.

İşte bu duyguların hepsi yüreğimizde bir yumak oluşmuştu ama nihayetinde gidiyorduk işte ana vatana.

İşte böyle, Dobriç'in tanınmış Çıkıkçı Sülman agası, ailesiyle şehirden ilk göç eden lerden oldu ve 7 Haziran 1989 yılının sabahında, bizim için kutsal olan Türkiye'mize ayak bastı, eğildi ve toprağı öptü.

Hatice ZAFER,

Çorlu

Not; Müellifin, bu anı yazısı biraz kısaltılmış olarak dikkatinize sunulmuştur.

HABERİ PAYLAŞ:
BUNLARA DA BAKIN