EMEKLİLİK SERÜVENLERİM

Bazı kişiler, orada sadece dinlendiğimizi ve eğlendiğimizi sanıyorlar. Tabii ki, kazın ayağı hiç de öyle değil. Biz orada ancak yağışlı havalarda boş kalabiliyoruz. Gerçi böyle havalarda boş durmak yine yok. Kitap okumak, yazı yazmak, feyste gezinmek varken boş durulur mu? İlerlemiş yaşımıza rağmen en aktif şekilde bir şeyler üretmeye çalışıyoruz.

PAYLAŞ
Misyon Gazetesi -

EMEKLİLİK SERÜVENLERİM

Zorunlu göçle Anavatan’a geldiğimde 50. yaşımı doldurmama üç yıl kalmıştı. İşle güçle, göçmenlik sorunlarıyla boğuşup, çocukların eğitimiyle uğraşırken 10 yılın nasıl geçtiğini fark edemedik. Eller, sık sık memlekete varıp geliyor, orada olup bitenden haber veriyor, biz ise ek işler de yaparak çocukların öğrenimlerini finanse etmeye çalışırken, memlekete gitmeye vakit bulamadık. Bazı göçmen meslektaşlarımız Bulgaristan’dan emekli oluyorlardı. Memlekete ilk gidişimiz 2000 yılında mümkün oldu. Ancak öğretmenlere verilen 57 yaşında emekli olma süresini kaçırmıştım.

Ancak 2007 yılında 65 yaşımı doldurduğumda emekli olabildim. 146 levalık bir maaş tutturmuştum. Eşim de 115 levalık asgari maaşla emekli olabilmişti. Artık iki ülkeden emekli maaşı almaya başlamıştık ancak sağlık sorunları da peşimize takılmıştı. Doğduğumuz yörenin havasının ve suyunun sağlığımıza olumlu etki yaptığını fark ettik. Yaz aylarında orada bulunmanın faydasını görür olduk,kendi evimizi bedava denecek bir parayla satmıştık. Eşimin ablası ve eniştesi yaz aylarını Silistre’nin Küçük Mustafa semtindeki evlerinde geçiriyorlardı. Onlarda geçireceğimiz birkaç gün eşimin rahatsızlığını tedavi etmeye yetmeyeceğine ikna olduk. Oysa bağlıklarda yaptığımız yürüyüşler eşimin tansiyonunu düşürüyor ve moralini düzeltiyordu.

O nedenle bir bağ evi arayışına giriştik. Bulgaristan 1 Ocak 2007 tarihinde Avrupa Birliğine üye olarak kabul edilmiş, Bulgarların morali iyice yükselmişti. Artık onlar da Avrupa standartlarına göre yaşayacaklarını sanıyorlardı. Taşınmazların fiyatları birdenbire %100- %150 artmıştı. Biz günlük yürüyüşlerimizi yaparken içinde ev olan bağlık arıyorduk. Beğendiklerimizin sahiplerine ulaşıp başvuruyorduk ancak adamlar bizi çok zengin sanıyor, Avrupa fiyatı istiyorlardı. Daha önce 12-15 bin lv. İstedikleri villâlara şimdi 25 veya 30 bin leva istiyorlardı. Nihayet 2008 yılında kesemize göre eskice bir bağ evi bulmayı başardık. O yıllarda çok hırsızlık ve soygunculuk olmuş, olmaya da devam ediyordu. Türkiye’de kullanımdan çıkan eski ev eşyalarımızı oraya götürdük. Bazı iyileştirme ve tamirlerle, bağ evimizi yaşanacak hale getirdik. O bizim mini otelimiz ve lokantamız oldu. Şimdi hiç kimseye ağırlık olmuyoruz. Hatta orada yakınlarımızı ve dostlarımızı dahi misafir edebiliyoruz.

Sanal dünya dostlarımız feyste paylaştığımız kadarıyla bizim oraya gidişlerimizi izliyor. Bazı kişiler, orada sadece dinlendiğimizi ve eğlendiğimizi sanıyorlar. Tabii ki, kazın ayağı hiç de öyle değil. Biz orada ancak yağışlı havalarda boş kalabiliyoruz. Gerçi böyle havalarda boş durmak yine yok. Kitap okumak, yazı yazmak, feyste gezinmek varken boş durulur mu? İlerlemiş yaşımıza rağmen en aktif şekilde bir şeyler üretmeye çalışıyoruz. Eşim olsun, ben olayım, çocukluk ve gençlik yıllarımızda aile ekonomisine katılmaya alıştırılmış insanlarız. Tembellik (orada püsürlük derdik), asla bizim dalımıza konamaz. Kendi hizmetimizi kendimiz yaparız, bağımızın hizmetini 9 yıldan beri kenti gücümüzle ve becerimizle yaptığımız için neredeyse konunun uzmanları olmuşuz. Bağa yılda 5-6 defa çapa yapmak, bir kez bağı bellemek, budamak, ilaçlamak hep benim görevlerimdir. Eşim ise bağları estetik bir şekilde bağlar, koltuklarını temizler, bağ içine sebze eker. Sözünü ettiğim bütün bu işleri biz karşılıklı yardımlaşma ve anlaşma içinde yaparız.

Bu hareketlilik bizi daha zinde ve sağlıklı yapar. Ayrıca tırpanı elime aldım mı, gürlüklerin paçaları titrer. Bağın çevresinden başka, sokaktaki gürlükleri dahi tırpanlarım. Bütün ömrümde olduğu gibi burada da kol ve beyin işlerini nöbetleşe kullanarak hem dinçliğimi korur hem de bir şeyler üretirim. Bilirim ki, üreten el, üretmeyen elden kat kat üstündür. Bu işlerin dışında Silistre ve komşu illerdeki dostlarımı ziyaret eder, bol bol doğa fotoğrafları çekeriz. Oradan aldığımız maaşlarla oradaki masraflarımızı karşılamaya çalışırız, zira araba ile gitmek, yeşil kart ve vinetkalar almak oldukça kabarık masraflar getiriyor.

Diğer taraftan hiç kimseye ağırlık olmamaya özen gösteririz. Misafir olduğumuz hanelerden geç vakit dahi olsa evimize döneriz. Zaten Bulgaristan halkının büyük bir çoğunluğu kıt kanaat geçinebiliyor. Ancak mutlu bir azınlık, iyi beslenip mutlu yaşıyor. Türkler genelde köylerde yaşadıkları için, kendi bahçelerinde sebze ve meyve yetiştirerek fakirliğe direnmeye çalışıyorlar. Onlardan da çok kişiler Avrupa ülkelerine gurbetçi işçi olarak gidip aile ekonomilerine katkıda bulunmaya çalışıyorlar. Son zamanda kadınlardan da çok gidenler oluyor. Orada çilek, kiraz veya yemiş ve sebze toplamak, bağ bağlamak vb. tarım ve bahçe işlerinde çalışıyorlar. Yani mevsimlik işler yapıyorlar. Avrupa Birliği denen birleşik devlet vasıfsız işçi ihtiyacını da eski sosyalist ülkelerden tedarik ediyor.

Bu gidişimizde orada biriken maaşlarımızla idare edelim dedik, ancak yetiremedik. Bulgar parası Türk parası karşısında değer kazandı ama bu kez hayat bize pahalı geldi. Artık 2 lira bir leva dahi yapmıyor. Her alışverişte Bulgar parasını Türk parasına çeviriyoruz ve pahalı olduğunu tespit ediyoruz. Özellikle sebzeler, meyveler ve inşaat malzemeleri Türkiye’ye göre pahalı. Biz orada iken annesini ziyarete gelen Bacanağımın Yunanistanlı damadı da Bulgaristan’a pahalılık geldiğini sezmiş olacak ki, Bulgaristan’ın Yunanistan’dan dahi pahalı olduğunu söyledi. Bir de Bulgaristan Avro zonasına girdiği takdirde fiyatların da yüzde yüz artacaklarını ifade etti. Bu da akla çok yakın, zira ülkede çalışabilir nüfusun sayısı günden güne azalmakta.

Peki ucuz olan mallar neler? Her şeyden önce et ve et mamulleri. Domuz eti hemen hemen bütün et mamullerine katıldığı için ucuzluk yaratabiliyor. Ama Müslümanlar dana ve koyun etini tercih ettikleri için pahalılık yakalarını bırakmıyor. Onların kg fiyatı 12-15 lv arası. Türk parasına çevirince 30 lira oluyor. İçkiler (bira ve şarap) Türkiye’ye göre ucuz sayılır. Bir takım kalitesiz uyduruk içecekler fakirlerin alabildiği fiyatlarla satılıyor. Orijinal fantalar (portakal ve limon) pek satılmıyor, millete pahalı geliyor. Bulgaristan’da orta sınıf henüz oluşamamış. Ancak uyanıkların oluşturduğu oligarşi sınıfı AMV’lerden dolu arabalarla çıkabiliyor.

Telefon ve internet hizmetleri de Türkiye’ye göre oldukça pahalı. Bulgar firmaları, haftalık ve aylık paket uygulaması yok deyip, yabancıları özellikle de Türk vatandaşlarını sabit hatlar vererek aldatmaya çalışıyorlar. Böylece hizmet versin vermesin iki yıl boyunca bağladıklarını sömürüyorlar. Bunu da Avrupalılardan öğrendiklerinden hiç kuşkum yok. AB ülkelerinde cigabayt fiyatları da kontör fiyatları da Türkiye’ye göre daha yüksek.

Önceleri ikide bir Osmanlı devletinde köle olarak sömürüldükerinden dem vuran Bulgarlar, esas bugün sömürünün ne olduğunu hem kendi ülkesinde hem de çalıştıkları ülkelerde bizzat yaşayarak öğreniyorlar. Ne demiş eskiler: Öğrenmek mezara kadardır. Biz bu son ziyaretimizde, Bulgaristan’da pahalılığın daha da arttığına şahit olduk. Kim ne derse desin, ülkede gizli enflasyon ve hayat pahalılığı gözden kaçmıyor. AB’nin hizmeti ancak yolların iyileştirilmesinde ve büyük AVM’lerin artışında kendini gösteriyor. Halkın alım gücü hala çok yetersiz. Emeklilerin maaşları düşük. Biz orada birikmiş olan üç maaşımızı yettiremedik. Yerlilerin, o küçük maaşlarla ayın sonunu nasıl getirdiklerine şaşıp şaşıp kaldık. Mevcut ekonomik şartlara ayak uydurmak gerçekten de büyük maharet istiyor.

İsa CEBECİ

HABERİ PAYLAŞ:
BUNLARA DA BAKIN