• Haberler
  • Tarih
  • Bulgaristan Türk Kadını ve Zorla Bulgarlaştırma Süreci (1984-89)

Bulgaristan Türk Kadını ve Zorla Bulgarlaştırma Süreci (1984-89)

Eğer, bir yerde bir toplum zorla insan haklarından mahrum bırakılmışsa, bu olayın ikinci versiyonundan söz edilebilir mi? Kurbanın öyküsünü, cellâdın öyküsüyle yan yana sunmanın, kurbana uygulanan zulmü meşrulaştırma çabasından başka bir amacı olamaz.

Bulgaristan Türk Kadını ve Zorla Bulgarlaştırma Süreci (1984-89)

Yaklaşık bir ay önce, Bulgaristan’ın BTv kanalında, “2 Versiyon- Soya Dönüş Süreci Hakkında Anlatılmamış Öyküler” başlıklı bir belgesel yayınlandı.

Bu belgeselin 1. bölümü, 1984-89 döneminde, Bulgaristan’ın Belene kampına gönderilen kişilerle yapılan söyleşilerden oluşuyor. Filmin 2. bölümü ise, bu olayları her Bulgaristan Türkünün kanını donduracak, 30 yıl önce yaşadığı acıları yeniden canlandıracak bir perspektiften, “soya dönüş” adı altında yürütülen etnik soykırımı kurgulayan ve uygulayan kişilerin bakış açısından sunuyor. 1984-89’da yaşanan zorla Bulgarlaştırma sürecinin nedenleri ve gerçekleştirilme şekli tamamen çarpıtılıyor, devletin uygulamaları, Bulgaristan Türklerinin ülkelerini bölme etkinliklerine ve sayısız terör faaliyetine bağlanıyor.

Belgeselin sonunda telaffuz edilen “İslamlaştırılmış bir nüfusun entegre edilmesinin imkansız olduğunu göstermiştir,” sözleri, Türklerin İslamlaştırılmış Bulgarlar olduğu tezine dayandırılan “soya dönüş” ideolojisinin Bulgaristan’da hala canlı olduğuna işaret ediyor.

Eğer, bir yerde bir toplum zorla insan haklarından mahrum bırakılmışsa, bu olayın ikinci versiyonundan söz edilebilir mi? Kurbanın öyküsünü, cellâdın öyküsüyle yan yana sunmanın, kurbana uygulanan zulmü meşrulaştırma çabasından başka bir amacı olamaz.

Bu belgeselde, çarpıtılarak sunulan olayları hatırlayalım: Bulgaristan Türklerinin en sancılı göç hareketi, şüphesiz, Büyük Göç olarak anılan 1989 göçüdür. 2.5 ay gibi çok kısa bir süre içerisinde, yaklaşık 360 bin kişinin doğup büyüdükleri toprakları terk etmesine neden olan en önemli etken, Bulgaristan hükümetinin, 1984’te başlattığı sistemli Bulgarlaştırma programıdır. Bu dönemde Bulgaristan Türklerinin isimleri Bulgarlaştırıldı, Türkçe konuşmaları yasaklandı, etnik kimliğini ve dini inançlarını ifade eden her tür sosyal ve kültürel faaliyet yasaklandı. Ancak Bulgaristan Türkleri boyun eğmedi, kimlik koruma çabaları, 1989 yılının Mayıs ayında ‘Mayıs Barış Hareketleri’ adı altında yapılan yürüyüşlerle doruğa ulaştı. Bu yürüyüşlerde önderlik edenlere, 24 saat içinde ülkeyi terk etme emrinin verilmesiyle, Büyük Göç dramı başlamış oldu. Bulgaristan’da verilen kimlik mücadelesinde etkin bir rol oynayan Bulgaristan Türk kadını, göç sonrasında da Türkiye’nin ekonomik ve sosyal hayatına katıldı, ülkenin kalkınmasına ciddi katkılar sağladı.

Bu toplantıya hazırlanırken, bildiri metnimi Türk kadınının 1984-89 sürecindeki yerini somut öykülerle anlatmayı planlamıştım. Konuşmamın başında andığım belgesel, bana kendi öykülerimizi ısrarla anlatmamızın ne kadar önemli olduğunu bir kez daha hatırlattı. Tarih yazımının çok basit bir kuralı var, zira, bir toplum yaşadıklarını unutursa, bu konuda sessiz kalırsa, onun tarihini başkaları, kendi çıkarları doğrultusunda yazar. Sözünü ettiğim belgeselde de, maalesef, bunun kanıtına rastlıyoruz. Bu filmde, örneğin, 1984’teki gösterilerde bir bebeğin annesinin kucağından düştüğünü, kalabalık tarafından ezilerek öldüğü anlatılıyor.

Belgeselde sözü edilen çocuk, her Bulgaristan Türkünün bildiği Türkan Bebek’tir, ama annesinin kucağından düşüp ezilerek değil, devlet güçlerinin silahından çıkan mermiyle öldürülen Türkan bebek. Türkan Feyzullah, zorunlu isim değiştirme uygulamasına karşı, 26 Aralık ’84’te yapılan protesto yürüyüşlerinde, Bulgaristan Türklerinin verdiği ilk üç kurbandan biridir (diğerleri Ayşe Hasan ve Musa Yakup). O gün Türkan, daha 17 aylıktır, ama annesi Fatma’nın kucağında, babası Feyzullah ile birlikte, o da yürüyüşe katılmak üzere yola koyulur, hava soğuk ve karlı olmasına rağmen, evde kimse kalmaz, yaşlılar dahi, Türk isimlerini korumak için yürüyüşe katılır. Killi köyünden çıkan kalabalık, Mogilane’ye ulaştığında silahlı askerlerle karşılaşır. Silah sesleri duyulduğunda, Fatma, çocuğu sırtında, kocasını polislerin elinden kurtarmakla meşguldür. Arkasından gelen; “Kan, kan, Fatma abla, sizden akıyor” sesini duyunca, hemen sırtındaki çocuğunu kucağına alır. Anne Fatma’nın hayatı o anda durur, omzunun üzerinden geçen kurşun, Türkan’ın alnına isabet etmiştir. Protesto yürüyüşlerinin bu ilk ve en küçük kurbanı, Bulgaristan Türklerinin mücadelesinin sembolüne dönüşür...

Aynı gün, Mestanlı meydanında da bir miting yapılır. Katılımcılar, yerel parti yetkilileriyle konuşmak üzere bir heyet oluşturur. Bu heyetin içinde genç bir kadın da yer alır. Bu, ismini Bulgaristan Türk tarihine “adını değiştirmeyen tek Türk” olarak yazdıracak Hüsniye Atasoy’dur. Kalabalık, yanıt olarak karşılarında silahlı güvenlik güçlerini görür. Hüsniye hanım, diğer heyet üyeleriyle birlikte tutuklanır, ardından da cezaevine gönderilir. Belene’de kadınlara ait koğuş olmadığı için, Plevne cezaevinde yatar. Orada kaldığı süre boyunca, ailesinden hiç kimse nerede olduğunu bilmez, işkencelere maruz kalır (derin dondurucuya atılır, öldüğü varsayılarak morga gönderilir) ama isim değiştirme dilekçesini imzalamaz. İlk sınır dışı edilenler arasındadır. Bursa’ya yerleşir, ancak zihninde Bulgaristan’da yaşadığı kâbusları yaşamaya devam eder, dayanamayıp, kendini 2004’te alevlere verip, ışık bizlere ışık olmaya devam eder.

Bulgaristan Türklerinin verdiği mücadeleyi, doğru kaynaklardan okuyup öğrenmek son derece önemlidir. Prof. Dr. Zeynep Zafer’in “Bulgaristan Türklerinin 1984-1989 Eritme Politikasına Karşı Direnişi” başlıklı makalesi, hem bilimsel yaklaşımından, hem bu mücadelenin şahsen bir parçası olan bir kişi tarafından yazılmış olmasından dolayı dikkate değer bir çalışma. 1958 Kornitsa /Blagoevgrad/ doğumlu Zeynep Zafer, bu dönemde iki yıl hapis cezasına mahkum edilir, akabinde de sürgün edilir. Zafer, makalesinde bu sürecin legal direnişe dönüşmesini de anlatıyor. Toplumsal bir süreci, bilimsel yöntemlerle sunmayı amaçladığı için, makalesinde kendi kimliğini -Zeynep İbrahimova- ifşa etmiyor ve olayları kendi katkısını öne çıkarmadan, tevazu ile aktarıyor. Makaleden, Zeynep İbrahimova’nın, 16 Ocak 1988’de kurulan ve ilk Bulgar legal mücadele oluşumu olan Bağımsız İnsan Hakları Koruma Derneği’ne Mihaylovgrad bölgesinde sürgündeyken, katıldığını öğreniyoruz (Zafer, 35). Bu kuruluşun Türk kanadının oluşturulması sayesinde, iki Fransız gazetesi, Bulgaristan Türkleri ile ilgili haberler yayımlar ve Ocak ’89’da Fransa lideri Mitterand, Bulgaristan ziyareti sırasında muhalif sivil toplum örgütlerinin temsilcileriyle görüşme talebinde bulunur. Bu görüşme listesine Zeynep Zafer (Zeynep İbrahimova Mustafova) de alınır, ancak güvenlik güçleri olaydan haberdar olunca, listede yer alan kişiler tutuklanır ve görüşme gerçekleşmez. Zafer’in makalesi mücadelede rol oynayan başka kadınlarla ilgili ayrıntılar da sunuyor.

Çalışmada, örneğin 20 Mayıs ’89’da Kliment’te yapılan protesto yürüyüşünde, “Kıymet ismindeki genç kadının, halka hitaben coşkulu bir konuşma yaptığını, Gülten Osmanova isminde bir kadının, yetkililere konuşarak, tutuklu olan bir erkeğin serbest bırakılmasını sağladığını,” Ayşe Fettova isminde bir kadının, Özgür Avrupa Radyosu temsilcisi Rumyana Uzunova’ya Şumnu’da, 24 Mayısta, yapılan yürüyüş hakkında bilgi verdiğini öğreniyoruz.

Zafer’in son yayınlarından biri olan "Kogato mi otneha imeto" / İsmim Elimden Alındığında/ başlıklı çalışması, Bulgaristan Müslümanlarının bu süreçle ilgili yazılarının Bulgarca çevirilerinden oluşan bir antoloji. Bu olaylarla ilgili gerçekleri çarpıtma çabalarına şahit olduğumuz bir ortamda, Bulgar okurunun yaşananları birinci elden öğrenmesi son derece önemli. Bu anlamda Prof. Dr. Zeynep Zafer’in bu kitabı mücadelesinin devamı olarak nitelendirilebilir.

1984-89 yılları arasında uygulanan baskıları şahsen yaşamış birçok kişinin son yıllarda anılarını kaleme alması, bu döneme birinci elden şahitlik edecek belgeler oluşturmak açısından kayda değer bir gelişmedir. Beş anı kitabından oluşan "Tarihe Not Düşmek: 1989 Göçü" Kitap Serisi bunun güzel bir örneği. Beş kitabın bir tanesinin bir kadına (Hüsniye Berraksu) ait olması, çalışmaya özel bir anlam da katıyor, zira, erkek yazarların anlatılarından farklı olarak Hüsniye Berraksu, Türk kültürünün kız isteme, nişan, düğün törenleri, yemek kültürü gibi temel öğelerine dair ayrıntılar da sunuyor. Burada sözlü kültürde olduğu gibi, yazılı kültürde de gelenek aktarıcılığında asli görevin kadına ait olduğu ortaya çıkıyor.

1956, Mestanlı, Tokmaklıdere doğumlu, Hüsniye Berraksu’nun özyaşam öyküsünün merkezinde zorla ad değiştirme süreci, kardeşi Ahmet’in, bu olaylar sırasında Belene adasına gönderilmesi, kendisinin ise kocası Bekir ile Vidin bölgesine sürgün edilmesi yer alıyor. Kitapta 1984 yılının son günlerinde yaşananlar şu sözlerle dile getirilmiş; "Polisler, ilk önce ağabeyimin ellerini kelepçelemiş ve başına iki polis bırakmış. Diğer 3 polis, evin içine girip, her yeri didik didik aramış. Evin tavanına çıkıp, dedemin 50 adet Kuran-ı Kerim kitabını bulmuşlar, ağabeyimi ve kitapları alıp götürmüşler. Onu alıp götürmelerinin nedeni (isim değişikliğine karşı), yapılan protestoya katılmış olmasıydı. Eşim Bekir eve gelmeyince polislerin onu da götürdüğünü anladık."

Hüsniye Berraksu, isimlerin silah zoruyla nasıl değiştirildiğine de yer veriyor: "Polisler, gruplar halinde köyü basmıştı. Ben eve geldiğimde, evde 5 polis vardı. Ellerindeki dillekçeler doldurulmuş; bizden sadece bir imza atmamızı istiyorlardı; hatta, Bulgar isimleri bile, kendileri yazmıştı. Herkes için, Türk isimlerin ilk harfine uygun Bulgar isimleri belirlenmişti. Dilekçeyi okudum, kendi isteğimizle ismimizi değiştirdiğimiz yazıyordu. İmza atmak istemedim; ancak polisin biri elindeki silahı göğsüme dayadı, “At imzayı!” dedi ve bana imzayı silah zoruyla attırdı."

Berraksu, uygulanan yasakları da dile getiriyor öyküsünde:

"İki kişi karşılaştığında, eğer Bulgarca konuşmak istemiyorlarsa, sadece işaret diliyle selamlaşıyordu. Ben bizim köyde bakkalda çalışıyordum. Köydeki Bulgar öğretmenler, adeta başımda bekliyordu. Bulgarca konuşmam için beni sürekli uyarıyorlardı. Fakat köyde yaşayan herkes Türk olduğu için, ben hiç kimseyle Bulgarca konuşmuyordum. Bu sebeple maaşımdan her ay 20 leva para kesiliyordu."

Ama Türk kadını çok daha büyük cezalara de çarptırılmıştır, bu sancılı yıllarda. Hüsniye Berraksu, bir komşusunun hapse gönderilişini, bir kadın ve anne olmanın hassasiyetiyle dile getiriyor anlatısında; "Erkek çocuklarını sünnet ettirmek yasaklandı, Mustafaoğulları köyünde iki aile çocuklarını gizlice sünnet ettirdiği için, çocukların anneleri iki yıl hapse mahkum edildi. Bayramda kurban kesmek, camilere Cuma namazına gitmek, cenaze namazı kılmak, meftaları yıkamak, hepsi yasaklanmıştı."

Bulgaristan Türklerinin, ’84-89 yılları arasında yaşadığı sıkıntıları başka önemli bir kaynağı da, Bulgaristan Türk yazarlarının bu konudaki sayısız öykü ve şiirleridir. Zorla Bulgarlaştırma olayları, birçok kadın şairin eserine de yansımıştır.

Emine Hocaoğlu, Bulgaristan Türk kadının o dönemde çektiği acıları, “Biz” başlıklı şiirinde dile getiriyor:

"Tören şenlik bilemedik,

Namaz vakti namaz kılamadık

Ezan vakti ezanı duyamadık

Çocuk doğurduk adını koyamadık,

Ölü gömdük taşını dikemedik."

Resmiye Mümün’ün “Bulgaristan Türkleri” eseri, hükümetin kullandığı cezalandırma yöntemlerinin daha kapsamlı bir resmini çizmekte:

"Zindanlarda çürüdü çoğu aydınımız

Sürgüne gönderildi pek çok yazarımız

Belene’de yattı nice kahramanımız

Anavatan’a kaçtı birçok akrabamız."

Emine Hocaoğlu’nun şiiri, anılmaya değer başka bir Bulgaristan Türkü’nün eserinde, Hayriye Yenisoy’un hazırladığı Bulgaristan Türk Edebiyatı Antolojisinde yer alıyor. Geçen yıl kaybettiğimiz Prof. Dr. Hayriye Yenisoy’un "Edebiyatımızda Balkan Türklerinin Göç Kaderi" çalışması da, bu alana önemli katkılardan biridir.

Özel Türk Rüştiyesi, Sofya Üniversitesi Türkoloji Bölümü, Kırcaali Türk Okulu, Eski Zağra Öğretmen Uzmanlaşma Enstitüsü’ne bağlı “Türk Okulları” Bölümü, Sofya Üniversitesi Türkoloji Bölümü – bu liste 1934 Kriçim (Kırçma) doğumlu Hayriye Süleymanoğlu’nun okuduğu ve çalıştığı kurumlardan oluşuyor ve şahsi hayatının, Bulgaristan Türklerinin, nispeten özgür bir ortamdan adım adım ’84-89 dönemine geçişini örneklendiriyor.

Bulgaristan’ın en seçkin aydınlarından biri olarak, Hayriye Süleymanoğlu da, bu dönemde çok sıkıntılar yaşatmıştır. Evine yapılan baskınlarda, sahip olduğu Türkçe kitaplar, Türk folkloru ile ilgili topladığı malzemelere ve ses kayıtlarına el konulur. O anda çalıştığı Sofya Üniversitesi yönetimi, Üniversite matbaasında basım aşamasında olan Bulgarca-Türkçe/Türkçe Bulgarca Tematik Sözlük’ünün yok edilmesini ister, ancak kitap komisyon kararıyla Üniversitenin bodrumunda kilit altına alınır. Hayriye Süleymanoğlu’nun ise hak kazandığı doçentlik ataması durdurulur, hakkında soruşturma başlatılır, yaklaşık 4 yıl boyunca Sofya Elektrokar Fabrikası'nda işçi olarak çalıştırılır. 1989’da, Türkiye’ye göç eder ve Yenisoy soyadını alır. Demokratik yönetime geçen Bulgaristan’da kilit altında tutulan sözlüğü özgürlük kazanır, doçentlik unvanı da bu dönemde resmileşir.

1991’de, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde Bulgar Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı’nın kurucusu olur, 2004’te, Türk Dünyası Yazarlar ve sanatçılar Vakfı’nın Türk Dünyasına Hizmet Ödülüne layık görülür.

Bu somut kadın portrelerinden sonra, ’89 göçüne biraz daha geniş bir açıdan bakacak olursak, ’89 Bulgaristan göçmenlerinin büyük bir çoğunluğunun eğitimli ve iş sahibi olduğunu, çalışma konusunda cinsiyetler arasında fark gözetilmeden çalışabilecek durumda olan tüm aile bireylerin çalıştığını vurgulamak yerinde olur, zira, bu unsurlar Türkiye’ye uyum sağlamalarını kolaylaştıran temel etkenlerdir.

’89 Bulgaristan göçmeni kadınlarının sosyal ve ekonomik hayatın (üretim, hizmet sektörü, eğitim, sağlık gibi) her alanına katılması, Bursa, İzmir ve Tekirdağ gibi göçmen nüfusunun yoğun olduğu bölgelerde yerel ekonominin ve sosyal hayatın gelişmesinde önemli bir rol oynamıştır.

Konuşmamı daha önce dile getirdiğim bir düşünceyi tekrarlayarak bitireceğim; Bir toplum yaşadıklarını unutursa, bu konuda sessiz kalırsa, onun tarihini başkaları, kendi çıkarları doğrultusunda yeniden yazar. Bu anlamda, 1984-89 dönemi ve bu sürece zemin hazırlayan olaylar unutulmamalı, yaşananlar anlatılmalı, yazılmalı. Öykülerini paylaştığım, Bulgaristan Türk kadınlarının, bize bu yolda ışık tutacağına inanıyorum.

Prof.Dr. Hasine Şen KARADENİZ

( Editörün notu; Bu bildiri, İstanbul merkezli BULTÜRK Derneği'nin düzenlediği "Türk Dünyası'nda Kadın" konulu Uluslararası konferansta sunulmuştur.)

 

Bakmadan Geçme