• Haberler
  • Edebiyat
  • Bir Ulu Çınar * Bulgaristan Türklerinden yazar İsmail Yakup'la bir söyleşi 

Bir Ulu Çınar * Bulgaristan Türklerinden yazar İsmail Yakup'la bir söyleşi 

Bizim haklarımız nerede? Azınlık haklarımız için kimse konuşmuyor. Hele son yıllarda bu konu tabu oldu. Azınlık konusu bizi temsil eden partinin dilinden hiçbir an düşmemelidir.  Bulgarlar kızacaklarsa kızsınlar, öfkeleneceklerse öfkelensinler. Deve kuşu gibi kafalarını kum içine sokmakla, Bulgaristan'da Türk azınlığı yoktur demekle bu sorundan kurtulamazlar.

 

Bulgaristanlı roman yazarı İsmail Yakup’un evindeyiz. İsmail Yakup hocamla yıllar önce kendi elleriyle ektiği üzüm çardağının etrafinda bir söyleşi gerçekleştirdik.  

İrevanlı S: Sayın hocam çocuklar için yazdıüınız ilk öykü “Gece İmtihanı” idi. Daha sonra genel okuyucular için yazdığınız “Kestaneler Altında” “Ulu Çınar” romanlarınızı okudum. Son gelişimizde ise “Hayatımızın Kış Ayları” romanınızla tanıştık, romanlarınızda 1980’li yılların başlarında Bulgar yönetiminde bir değişimin başlaması ve o yıllar anlatılır.   Bulgar yönetimindeki bu değişim Bulgaristan Türklerinde nasıl bir duygu yarattı. Siz bunu ne zaman hissettiniz ve Bulgar devletinden nasıl bir durum beklenirdi?

İsmail Y: 1970 li yılların başında başlayan değişimler Bulgar ideolologlarının biz Türklere karşı olan siyaseti daima haklarımızı kısıtlamak olduğunu bize bir daha hatırlattı. Arşivlere bakılırsa bu daha 1877/78 Rus-Türk harbinden sonra başlıyor, fakat adım adım çeşitli yıllarda çeşitli dönemlerde çeşitli seviyede tatbik ediliyor. 1944’ten 1980 yılına kadar Bulgaristan  devletinin siyasetinde böyle bir şey hissedilmezdi. Komunist Partisi idareye geldiğinde sosyalizmi desteklememiz için  ilk yıllarda biz Türklere bir hayli geniş haklar tanıdı. Devlet yonetim kurullarına  birçok Türk asıllı kimseler alındı. Türkler aktif olarak yeni idarenin, yeni sistemin kuruluşuna ve sağlamlaşmasına destek oldular ve iştirak ettiler. 1960‘lı yıllarına kadar bize verilen haklardan memnunduk.  Türkçe ilk ve orta okullar, liseler açıldı,  Sofya Üniversitesinde Türk filolojisi, Türkçe eğitim veren Tarih-Coğrafya ve Fizik-matematik bölümleri açıldı. Türkçe gazete, dergi çıkarılıyordu. Türkçe kitaplar için yayınevi ve basınevi vardı ve her yıl yerli yaratıcılardan en azından seksen yüz kitap ak gün görüyordu. Sofya Devlet Radyosu Türkçe yayınlar yapıyordu. İlk dönemde bir saat olan bu yayınlar daha sonraları günde beş saate vardı.  Her yıl Türklerle meskün olan bölgelerde Türk Folkloru gösterileri ve yarışmaları oluyordu. 1960’lı yılların sonunda bunlar kısıtlanmaya başladı.  İlkin Türkçe kitap neşreden yayınevi kapandı ve Türkçe kitap basılmaz oldu. İşte o zaman olayların hangi gayeye yönelik olduğunu anlamaya başladık.  Çok geçmedi, Türkçe gazetelerde Bulgarca yazılar çıkmaya başladı. Türkçe yazıların sayısı gittikçe azaldı. 1981’de artık gazetelerde Türkçe yazılar çıkmaz oldu. Radyo yayınlar kısıtlandı. Bazı bölgelerde devlet dairelerinde ve sıonra sokaklarda Türkçe konuşmak yasaklandı.  Bu yasaklama yavaş yavaş bütün memleketi kapladı.  Bulgaristan’da o zamanlar lokantalarda, külüplerde Türkçe şarkılar söylenirdi. Bunların hepsi yasaklandı. Yani işler kötüye gidiyordu. Fakat daha da kötüsü varmış. 1984 yılı baharında Ortaköy (İvaylovgrad) Belediyesinde Türklerle meskün olan köylerde Türk asıllı kimselerin adlarını değiştirmek için deneyler başladı. Hastaneye, Polis Dairesine, Banka’ya başvuran her kişinin kimliği alınıyor ve Bulgar adı almaya arzu ettiğini ifade eden dilekçe imzalamaya mecbur ediliyordu. Gizli yollardan Aytos bölgesinde de böyle deneyler yapıldığını öğrendik.  Bu deneyler için hiçbir yerde yazılı belge yok. Her şey ağızdan emirle yerli önderler tarafından icra ediliyordu.  Mayıs ayı gelip kır işleri yoğunlaştığında deneyler durdu. Fakat 1984 yılının Eylül ayı gelince  sadece Ortaköy önderleri değil, Koşukavak (şimdiki Krumovgrad) önderleri de kudurdular. İlkin  devlet sınırı boyundaki köyleri geceleri basıyorlar, siz Pomaksınız, yani Bulgar kökenlisiniz,  diyerek  her yakaladıkları  insancağızı adını değitirmesi için zorluyorlardı.  Bu 1984 yılının sonuna doğru bu tür çalışmalar bütün köyleri kapsadı ve on on beş gün içinde   Belediye çapında Türk adıyle tek bir kimse kalmadı.  Bu çok kötü bir şekilde icra edildi. Köyler geceleri basılıyordu. Evler birer birer geziliyor, insanlar birer birer silah altında Mmuhtarlığa götürülüyor, adını değiştirmek için dilekçe imzalattırılıyordu. Dilekçe imzalamak istemeyen kişiler o ailenin diğer ferdleri önünde sopadan geçiriliyordu. 

İrevanlı S.:Hocam, Türk edebiyatı ile ilgili düşüncelerinizi öğrenmek isteriz. Roman yazmaya ne zaman başladınız? Bulgarların rejim değişikliği romanlarınızda kırmızı çizgi olarak hep geçer. Kovanlıkta sabah sabah yüzden fazla arı kovanı saydım. O arı kovanlarından 9 No/lu arı kovanı çok ilgimi çekti. Bu kovanda sır gibi gizletilen belgede bir gerçeklik payı var mı, bu bir avtobiografi mi yoksa yazarın kendi teheyyülü illüziyası mı?  9No:lu kovan gerçek mi açıklar mısınız? 

İsmail Yakup: Edebiyata merakım öğrenci yıllarımda başladı. Şiir ve öykü  okumayı seviyordum.  Rusya’da çocuklar için  “Pioner” gazetesi çıktığı gibi burada da “Septemvriyçe” gazetesi çıkıyordu. Türk çocukları için  onun Türkçesi, yani “Eylülcü Çocuk “ gazetesi çıkıyordu. Ben bu gazeteyi daima alıyordum ve orada olan şiirleri, öyküleri ilgiyle okuyorrdum. Sonraları evimize “Yeni Işık” ve “Halk Gençliği”gazeteleri  de girmeye başladı.  Edebiyata olan  merakım Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenim, köydeşim Mehmet Davut sayesinde uyandı.  O şiir yazıyordu ve bazı şiirleri gazetelerde çıkıyordu. Biz de onları ilgiyle okuyorduk ve öğretmenimizle gurur duyuyorduk. Türk edebiyatına olan merakım  Razgrad Öğretmen Okuluna gittiğimde daha da arttı. Edebiyat öğretmenimiz Ahmet Efrahim bizi, yani Edebiyattan ilgilenen on beş öğrenciyi Edebiyat Derneğine üye yaptı.  Dernekte bizi edebiyat teorisi ve şiir tekniği ile tanıştırdı. Onun önderliğinde hattâ birkaç piyes sahneledik. Bir sözle ondan çok şeyler öğrendik.  Ozamana kadar Türkiye yazarlarından sadece Nazım Hikmet’i, Tevfik Fikret’i ve Sabahtin Ali’yi biliyorduk. Ahmet Efrahim bizi Türk edebiyatının birçok klasikleriyle tanıştırdı.  Öğretmen okulunda iken “Eylülcü çocuk gazetesinde ilk şiirim çıktı, yani ilk yazdığım yazı bir şiirdi. Sonra askerliğimin ikinci yılında “Halk Gençliği” gazetesi şiir, öykü ve feyleton (mizahlı öykü) yarışması ilan edildiğini öğrendim. Bir mizhlı öykü geldi aklıma, anu aceleden kaleme aldım ve gazeteye gönderdim.  Kısa süre sonra ikinci ödülü kazandığım haberini aldım. Ondan sonra  imkân buldukça öykü yazmaya başladım. 

İrevanlı S.: Hocam, nesir eserinizi ne zaman yazdınız kaç yaşında. İlk nesir eseriniz “Gece İmtihanı”mı? 

İsmail Yakup: “Gece İmtihanı” başlıklı uzun hikayeyi 1967 yılında  beklenmedik bir anda yazdım. Öğrencilere Türk dilinde okumayı  ve yazmyı öğretiyordum. Kısa bir süre sonra öğrencilerimde okul dışı kitapları okumak arzusu uyandı, fakat ben onlara iki üç çeviriden başkasını sağlayamadım. Hele macera kitapları hiç yoktu. Bir gün devlet sınırına yakın bir köyde birkaç çocuğun başından bir macera geçtiğini öğrendim. Üç dört çocuk gece karanlığından korkmadıklarını ıspatlamak için aralarında bir sınav yapmaya karar alıyorlar. Derken küçük bir oyun ciddi bir tehlikeye dönüşüyor. Bu konuda çocuklar için bir öykü yazmak istedim. Uzadıkça uzadı ve bir çocuk romanına dönüştü. Hazır oldu diye düşündüğümde öğrencilerime onu bölüm bölüm okudum. Büyük bir ilgiyle dinlediler.  Yazıyı Sofya’da Türkçe kitapların basıldığı ”Narodna prosveta” yayınevine gönderdim. Yayınevinde Sabri Tata’nın eline geçmiş, okumuş ve yazıyı beğenmiş. Onun  editörlüğü altında da “Gece İmtihanı” ak gün gördü.  İrevanlı S. Hocam “Ulu Çınar” romanının bir anısı var mı, açıklama yapar mısınız?  İsmail Yakup: “Ulu Çınar” artık başka bir konu. Romanın başlığının altına   “İnsan kendi köyünde ne şah olur, ne padişah” atasözünü ilave ettim. Aslen Türk dilinde böyle bir atasözü var mı yok mu, bilmiyorum. Bulgarca’da böyle  bir ata sözü var. Harfiyen çevirisi şöyledir: “Kimse kendi köyünde aziz olmamıştır.”  Roman  aynı anda hem Türkçe, hem Bulgarca çıktı. Çevirisini Türkçe okuyamayan bazı tanıdıkların ısrarı üzere kendim yaptım. Romanı yazarken kendisini ve ailesini çok iyi tanıdığım bir arkadaşımı göz önünde bulundurdum. O, doğup büyüdüğü köyün sakinlerinden çok büyük hürmet görüyordu, fakat eşi ve oğlu onu hiçe sayıyorlardı.    Hayatta böyle hadiseler çok sık oluyor. Belediye çapında veyahut daha büyük çapta büyük başarıya ulaşan ve hürmet gören bir kimse kendi köyünde  çoğu defa küçümseniyor. Romanın baş kahramanı ise kendi köyünde hürmet görüyor, hanesinde hürmet görmüyor. Romanı 2015 yılı yazında kovanlıkta çalışırken dinlence saatlerinde kaleme aldım. Kış geldiğinde ise bilgisayara aktardım ve düzeltmelerini yaptım.  “Ulu Çınar” romanı  işte böyle meydana geldi. 

İrevanlı S.: Hocam, “Kestaneler Altında” romanınızı da severek okudum. O romanda çok güzel ve ulvi bir aşk hikayesi var. Bu hikayede otobiografi var mı? Kendi kurgunuz mu?

İsmail Yakup:  “Kestaneler Altında” romanında da yine bir gerçek hayat var. Soykırımı ile bağdaşmayan bir öğretmen arkadaşım kendi köyüne bir nevi hapsedildi. Devlet Emniyet Komitesi(KDS) mensuplarınca köyünden dışarı çıkması yasaklandı ve bu iki yıldan fazla sürdü. O dönemde cep  telefonlarını bir tarafa bırakalım, birçok köylerde sabit telefon sadece muhtarlıkta vardı. Onlar da hiç kesintisiz dinleniyordu. Uzakta yaşayan kardeşiyle, kız arkadaşıyle konuşamamak, aylarca, yıllarca haberleşememek ne demek biliyor musunuz? Edebiyat öğretmeni ve gazetecilik tahsilli bir kimsenin mesleğinde çalışamamsı, kendini geçindirebilmek için annesiyle ve babasıyle birlikte tütün tarlasında çalışmaya mecbur edilmesi ne demek tasavvur edebiliyor musunuz?   “Kestaneler Altında” romanını “Ulu Çınar”dan önce yazdım. Emekliye çıkmıştım ve artık serbest vaktim vardı. Arıların ilkbahar muayenesini yaptıktan sonra birkaç gün serbest vaktim kaldı. Öğretmen arkadaşımın başından geçenler hiç aklımdan çıkmıyordu. Onu bir edebi esere kahraman yapmak istedim. Oturdum, üstün körün bir plan yaptım ve yazmaya başladım. Başlıkların daha fazlasını kovanlıkta bir ağacın gölgesinde bir kovanı masa yerine istifade ederek yazdım.  Yazdığım kağıtları  9/No’lu kovan kapağının altında koruyordum. Böylece o kovan da romana girdi.  El yazısı bittikten sonra, yazdıklarımı bilgisayara aktardım.    

İrevanlı S.: Hocam, 2017”de görüştüğümüzde “Hayatımızın Kış Ayları”  romanı üzerinde çalıştığınızı söylemiştiniz. Kitabın müsveddesini okudum ve bu romanınızda kendi yaşamınızdan otobiografi çizgileri var mı? Makine mühendisi kimdir!?

İsmail Yakup: Romanda otobiografik çizgiler yok. Kahramanımın prototipi olan Makine mühendisi ve romanda geçen hadiselerin hemen hemen hepsi gerçek hayattan almadır.  Makine mühendisi sağdır. Onu sık sık görüyorum ve bu konuda daha fazla açıklama yapmak istemiyorum. Bizde işsizlik belirdiğinde birçok gençlerimiz Batıya iş aramaya gittiler. Hakikaten de orada çalışanlar buraya kıyasen ellerinde bol para gördüler, otomobil sahibi oldular ve daha iyi yaşamaya başladılar. Fakat bununla birlikte parçalanan ailelerin sayısı hiç de az değil. Birçok kimseler çok para kazanıyorlar, yıllar boyu çok iyi hayat sürdürüyorlar,  fakat ailelerinden oluyorlar, yaşlandıklarında yapayalnız kalıyorlar. Benim kahramanım becerikli ve çalışkan bir kimse. Gün geliyor ve varlıklı bir kimse oluyor. Lakin hayatının son günlerinde etrafında birlikte kahve içecek ve sohbet edecek tek bir tanıdık kalmıyor. Yani Batı’ya çalışmaya gitmenin iyi taraflarıyle birlikte kötü tarafları da var ve onlar hiç de az değil. İlk planımda baş kahramanım sağ kalacaktı, fakat bütün çabalarıma rağmen romandaki olayların akışı beni romanı böyle sona erdirmeye mecbur etti.

İrevanlı S.: Hocam, gençliğinizde hangi yazarların romanlarını okurdunuz? Bulgaristan’lı roman yazarlarından Sabri Tata, Ömer Osman Erendoruk, İsmail Canbaz, İbrahim Tatarlı, İsmail Çavuş’la hiç görüşleriniz oldu mu?  Sizinle çağdaş olan İsmail Çavuş hakkında neler söyleyebilir siniz? 

İsmail Yakup: İsmail Çavuş ile Razgrad’da birlikte okuduk. Onun gazetede çıkan şiirlerini okurdum. İlk şiirler kitabı Dilek adıyla çıktı. Son görüşümüz 2016’da Sofya’da Bulgaristan Türk Edebiyatı ve Kültürü konulu sempozyumda oldu. Orada bana öykülerini ihtiva eden derlemeyi hediye etti. Derlemeyi okuduktan sonra öyküde de şiirde olduğu gibi başarılarılı olduğunu gördüm. Çok geçmeden vefat ettiği haberini aldım ve çok üzüldüm.   Sabri Tata ile 1967’de tanıştık. Doğup büyüdüğümüz köyler komşudur ve konuştuklarımız şive ve adetler aynıdır. Sabri Tata Bulgaristan Türklerinin ilk roman yazarıdır.  “Gün Doğarken” romanı biz okuyucular tarafından çok büyük ilgiyle karşılandı. İlk karşılaşmamız “Gece İmtihanı” kitabımla ilgiliydi. Yayınevinde çalışıyordu ve gönderdiğim elyazması onun eline geçmiş. Mektupla beni Sofya’ya davet etmişti ve kitabın basılmasıyle ilgili olan  anlaşmayı imzaladık. O zaman basınevi tüm kaideleri gerektiği gibi icra ediyordu. Kitap üç bin nüsha basıldı ve iki ay sonra hiçbir kitapçıda satılmadık nüsha kalmamıştı.   Sabri Tata ile   sonralar defalarca karşılaştık ve Edebiyat üzerine birçok yorumlarımız oldu. Fakat roman dalında üstat olarak biz Ömer Osman Erendoruk’a öncülük tanımamız lazım. Onunla bir meslektaş gibi olsun, edebiyat meraklısı gibi olsun, çok sık karşılaşıyorduk. Ömer Osman Erendoruk çok okuyordu, kaleme aldığı öykü ve romanlar üzerinde çok dikkatli ve titiz çalışan bir müellifti. Tanıdığım ve karşılaştığım Bulgaristan Türk aydınları arasında  Türkçeyi en iyi en doğru bilen kişi  Ömer Osman Erendoruk’tu. İsmail Cambazov ve merhum İbrahim Tatarlı ile de sık sık karşılaştığım oldu.  İkisine de hürmetim büyüktür.

İrevanlı S.: Hocam, altmışlı yıllarda hangi romanları okurdunuz. Mesela Reşat Nuri Güntekin’in “Çalıkuşu” romanı vardı. Sovyetler birliği dağıldıktan sonra Azerbaycan’a da bu kitap getirilmişti, biz o zaman öğrenci idik. Çalıkuşu romanı çok büyük okuyucu kitlesine ulaşmıştı.   

İsmail Yakup: Bizim gençliğimizde Bulgaristan’da yalnız onların Nazım Hikmet, Sabahtin Ali ve Tevfik Fikret’in eserleri basılıyordu. Biz yalnız onların eserlerini okuyabiliyorduk ve Türkçeyi onların eserlerinden öğrendik. Sonra Edebiyat  öğretmenimiz Ahmet Efrahim bize  diğer yazarlardan ve şairlerden de bahsetme cesaretini buldu. Namık Kemal ve Yahya Kemal gibi şairler, Ahmet Rasim, Hüseyin Rahmi, Reşat Nuri, Ömer Seyfettin, Yaşar Kemal gibi yazarların adlarını ondan öğrendik.  İlkin Hüseyin Rahmi’nin “İşitilmedik Bir Vaka”sı, sonra Reşat Nurin’nin “Çalıkuşu” romanı, Yaşar Kemal’in “İnce Memmet”i, Sabahattin Ali’nin “Kürk Mantolu Madonna”sını okuduk. Bizler Öğretmen Okulu öğrencileri bu romamları  defalarca okurduk. Demek istiyorum ki, Türkiye yazarlarından Bulgaristan’da Bulgarca veyahut Türkçe basılan her bir romanın kırtasiyelerde belirmesi  bizim için bir bayramdı.  Hiç unutmayacağım, Nazım Hikmet’in “Bir Aşk Masalı” Bulgaristan’da Türkçe basılmıştı. İlgiyle okuduk.  Çekoslovakya’da bir ekibi bu eser üzerine bir film yaptığını öğrendik. Bu filmi biz Razgrat Öğretmen Okulu öğrencileri en az ikişer defa baktık. Yani filmin çıkması da bizim için bayramdı. Birkaç ay sonra Nazım Hikmet ikinci defa Bulgaristan’a geldi. Razgrat şehrini  de ziyaret etti ve Razgrat Türk aydınlarıyle karşılaştı. Öğretmen okulunda üçüncü sınıfı bitirmiş ve köye gitmiştim. Üç gün sonra kente tekrar döndüğümde Ağabeyim Nazım Hikmet’in geleceğini ve aydınlarla görüşeceğini bildirdi ve bu görüşe beni de götürdü.  Nazim Hikmet’le görüş Öğretmen Okulu’nun bir salonunda oldu. Bir arkadaşımız Nazım Hikmet’e film hakkındaki düşüncelerini sordu. Büyük şair hemen kükredi ve cevabı şu oldu: ”Filmi beğenmedim! Onu yapan yönetmen öküzün birisi! Türklerin hayatından, örf ve adetlerinden, danslarından hiç haberi yok! Bütün film bir karikatüre benziyor!“  

İrevanlı S.; Hocam, Bulgaristan’daki Türk yazarlardan İshak Raşidov hakkında neler söyleyebilirsiniz, onunla hiç karşılaştınız mı? Raşidov’un “Yeşik Kuşak” romanını okudum. Bulgaristan’da 60’lı yıllardaki sistemi en iyi şekilde mizahi bir dille tenkit eden bir yazar. Örnegin “Metallurgıya” şiirinde olduğu gibi. Azerbaycan’da Samet Vurgun’un “Mingeçevir” şiiri de o tarzda yazılmış ama, Sovyetlerin zaferi övgüyle terennüm edilmiş.   

İsmail Yakup:  İshak Raşidov’la hiç karşılaşmadım.  Onu yalnız eserlerinden, gazetelerde çıkan edebi eleştirilerden tanıyorum. “Yeşil Kuşak” romanını ben de  okudum. Bulgaristan’da Rıza Mollof’tan sonra ikinci başarılı eleştirmen gibi biliniyordu. Basında çıkan şiirler, öyküler, romanlar,  derlemeler üzerine eleştiri yazıları umumiyetle Rıza Mollof veyahut İshak Raşit yazıyordu. Maalesef onunla hiç karşılaşma ve konuşma imkanım olmadı. 

İrevanlı S.: Hocam, Azerbaycan Türkleri ile Bulgaristanlı Türk yazarlar arasında 1950’li yıllarda dostluk bağları olmuş, kültürel ilişkiler kurulmuştu. 1950’li yıllarda Bulgaristan’a gelen bir heyet vardı. Ayrıca Azerbaycan Aydınlarının Bulgaristan’da kültür bağları konusunda birçok konularda büyük hizmetleri olmuştur. Siyasi ilişkiler nasıldı? Bu ilişkiler hafızanızda nasıl kalmış? 

İsmail Yakup: Azerbaycan Cumhuriyeti’yle ilgili birçok hatıralarım var. İlk hatıram 1950 yılı baharında Bulgaristan’a gelen bir delegasyonla ilgili. Delegasyon on beş kişilikti ve aydınlardan, fabrika ve kolhoz emekçilerinden ibaretti. “Yeni Işık” ve Halk Gençliği” gazetelerinde delagasyon için birçok haberler çıktı. Delegasyon üyeleri iki grupa ayrılarak  Güney ve Kuzey Bulgaristan’ın Türklerle meskün kentlerini ve köylerini ziyaret ettiler.  Bir grup benim doğup büyüdüğüm Ezerçe köyüne de geldi. Delegasyonun gelmesi köyümüz için büyük bir hadiseydi. Misafirleri görmeye etraf köylerden bile birçok kişiler geldi. Köy merkezinde büyük ve yüksek bir çardak inşa edildi ve misafirler onun üzerine çıkarak kalabalığa hitap ettiler. Ben de o kalabalığın içindeydim. Önümüzde ilk olarak Türkçe konuşuluyordu ve konuşulanları hepimiz açık ağızla dinledik. Delegasyonun vazifesi Bulgaristan Türklerine Sovyet Azerbaycanı’nda insanların yaşamını, sosyalizm sayesinde ulaştıkları refahlı hayatı anlatmaktı.  Delegasyonda bir kadın da vardı.  İyi  ve çağdaş elbiseli Türk kadını o zaman sefte gördük. Kadın kolhozda çalışmalarından, aldıkları yüksek gelirden, Sosyalizm devrinde Azerbaycan köylülerinin çok iyi yaşamasından, herkesin otomobil almaya imkanı olduğundan, hattâ onların hanesinde iki otomobil bulunduğundan bahsetti.  Bir gün Bulgaristan köylülerinin de böyle bir hayata kavuşacaklarını söyledi.   Onun devamı olarak birkaç ay sonra  Bulgaristan’dan 15 Türk aydını ve işçisinden ibaret bir delegasyon Azerbaycan’a gönderildi. Delegasyonun yöneten Süleyman Gavazof’tu. Bu delegasyona o yıllarda Tarım kooperatifinde manga başı olan amcam da katıldı. Delegasyon Azerbaycan’da birçok yerlerini gezip gördü ve oradan döndüken sonra delegasyon üyeleri köy köy gezerek orada gördüklerini bizim insanlarımıza anlattılar.

İrevanlı S.: Hocam, 2017 yılında Samed Vurgun hakkında hatıralarınız olduğunu da söylemiştiniz. Samed Vurgun’u nasıl hatırlıyorsunuz ve onun hakkında neler söylerdiniz?

İsmail Y.: Ben öğrenciyken Türkçe okuma kiatbımızda Samed Vurgun’dan birkaç şiir vardı. O yıllarda her güz mevsiminde Bulgar-Sovyet Dostluğu Ayı yapılıyordu. Otuz gün devamınca köylerde ve kentlerde toplantılar ve çeşitli resim sergileri teşkilatlandırılıyor, sovyet filmleri gösteriliyordu. Hatırlıyorum Ekim 1952’de Razgrat kentinde Bulgaristan-Sovyet dostluğuna hasredilmiş büyük bir miting yapılacağını müjdelediler. At arabalarıyle birçok yaşlılarla bilikte bizim okuldan on öğrenciyi de götürdüler. Ben de o gruptaydım  Kentin tam merkezinde Saat Kulesi’nin etrafında büyük bir alan vardı. Şimdi orası bahçeye dönüştü. İşte o alanda binlerce kişinin iştirakıyle büyük bir miting oldu. Konuşmacılar ilçe meclisi binasının balkonunda bulunuyorlardı ve kalabalığa oradan hitap ediyorlardı. Birkaç kişinin konuşmasından sonra sözü Sovyet Azerbaycanı’nın temsilcisi şair Samet Vurgun’a verdiklerini bildirdiler. İşte o zaman Samet Vurgun’u canlı olarak gördüm. Onun konuşmasını orada olan yaşlı ve genç bütün Türkler dikkatle dinledik. Onun ziyaretiyle ilgili daha bir hatıram var. Razgrat şehrinde Türk çocukları için üç İlkokul vardı. O yıl “Üç Kurnalı” semtinde bulunan okula büyük şairin şerefine “Samet Vurgun” adını verdiler.  Ağabeyim Ahmet Yakup işte o okulda üç yıl Müdür gibi çalıştı.

İrevanlı S.: Hocam, Mirza İbrahimov’u tanır mıydınız.?

İsmail Yakup: Mirza İbrahimov’u biz okul kitaplarından ve Bulgaristan’da çıkan bazı eserlerinden tanıyorduk.  “Büyük Dayak”“Pervane” romanları dersliklerde vardı. Hatta büyük ağabeyim 1952 yılında öğretmen okulunu bitirdikten sonra Benkovski köyüne öğretmen tayin edildi. Benkovski köyünden dönerken Kırcaali’de kitapçıda rastlamış ve bir bavul Azerbaycan’ca yazılmış kitap almış, getirdi. Bavulda çeşitli kitaplar vardı. Samet Vurgun’un şiir kitabını ve Mirza İbrahimov’un bir eserini o zaman gördüm.  Azerbaycan’da basılmış Rusça olsun, Azerbaycan Türkçesi ile olsun kitaplar burada çok ucuz satılıyordu.  Türkçe kısıtlanmaya başladığında ağabeyimin evini basmışlar, ne kadar Türkçe kitap varsa hepsini almışlar. Onlarla birlikte Kiril alfabesiyle yazılmış olmasına rağmen Azerbaycan Türkçesinde olan kitapları da almışlar. Hiçbirini gerisin geriye çevirmediler.

İrevanlı S.: Hocam, o zaman toplanan Türkçe kitaplar yakıldı diye biliyoruz, doğru mu? 

İsmail Yakup: Evet, doğrudur, birçok kitap yakıldı, yakılmayanlar Emniyet binalarının mahzenlerinde çürüdü.  Birçok köylerde ve kentlerde kütuphaneler vardı, o kütuphanelerde birçok türkçe kitap vardı. Türkçe konuşma yasağı çıkınca  bütün  Türkçe kitaplar alındı ve yok edildi. Ben böyle çürümüş, okunamaz hale gelmiş bir çok kitap gördüm. Bölgemizde köylerin daha fazlası Türklerle meskün. Her bir köyde ve okulda kütüphane vardı. Her bir kütüphanede Türkçe kitaplar vardı. Milliyetçi Bulgarlar tarihi yok etmeye çalıştılar. Bu topraklarda Türklerden eser kalmasını istemiyorlardı. Türklere karşı patolojik nefretleri vardı. Bu topraklarda 500 yıl Türk yaşadığını inkâr etmek istiyorlardı.  Osmanlılardan alamadıkları intikamı bizden almak istiyorlardı. Bunun için, Bulgaristan’ın hiçbir yerinde Türlerden tek bir iz kalmaması için ne kadar çok cami, köprü, ne kadar han ve hamam yok edildi. Hatta Oamanlılar zamanından kalma bazı çeşmeleri yıktılar, yok ettiler. Bütün bu saydıklarımla birlikte Türkçe kitaplar da yok edildi.

İrevanlı S.: Hocam, 2010 yılında İsmail Çavuş ve Ömer Osman Erendoruk da anlatmıştı Azerbaycan Türkçesi ile olan kitapların yakıldığını. Onların ikisi de aynı şeyleri anlatmişti.   Naim Bakoğlu’ndan dahi dinlemiştik. Rahmetli Sabri Tata ile 2008 yılında bir söyleşi gerçekleştirmiştim o zaman Azerbaycan Türkçesi ile olan kitapların hepsinin yakıldığınıi yok edildiğini anlatmıştı.    İsmail Yakup. Azerbaycan’dan gelen ve Azerbaycan Türkçesinde yazılan kitaplar bizim için çok ilgi çekiciydi.  Kiril alfabesiyle yazılmış, fakat sözleri Türkçe olduğu için biz ilgiyle okumaya çalışıyorduk.  “Robinzon Kruzo” kitabını ben işte öyle okudum. Türkçe başka kitap olmadığı için Azerbaycan’dan gelen kitapları okumaya çalışıyorduk. Türk müelliflerinden olan kitaplar çok geç çıkmaya başladı. Yerli yazarlarımızdan çıkan ilk kitap “İlk Adımlar” başlığı altında  çıktı. Bu şiirlerden, denemelerden ve öykülerden ibaret bir derlemeydi. Yani sonradan Bulgaristan’a Azerbaycan’da çıkan “Edebiyat ve İncesenet” gazetesi  girmeye başladı. Birçok öğretmenler abone oluyorlardı ve onu okuyorlardı. O gazeteyi uzun yıllar ben de okuyordum. Bu kitaplar ve gazeteler Sovyetler Birliği’nden gelse de Türkçe olduğu için beğenilmez oldu ve yasaklandı. Soykırımının kulminasyonu olan ad değiştirme kampnyasında Türkiye yazarlarının eserleriyle birlikte Azerbaycan’dan gelen kitaplar, dergiler ve gazeteler de yok edildi. Lakin 1990 yılından beri de hiçbir Azerbaycan gazetesi, dergisi ve kitabı göremiyoruz. Zamanlar değişti diyoruz, dil yasağı yok diyoruz, fakat Azerbaycan’da çıkan kitap ve gazete elimize geçmez oldu.  İrevanlı S. Hocam hiç düşündüğünüz anlar oldu mu? Yeniden Türkçe gazeteler çıksın, sizin ve diğer yazarların o gazete ve dergilerde yazılarınız yayımlansın. Bildiğim kadarıyla Türkçe yayın hiç kalmamış. Sadece Kırcaali Haber gazetesinin çıktığını biliyorum.  İsmail Yakup. Bugün Bulgaristan’da Türkçe matbuat yok. Yalnız bir “Kırcaali Haber” gazetesi çıkıyor. Başkentte bazı deneyler yapıldı, lâkin başarısız. Türkçe Edebiyat  gazetemiz veyahut dergimiz çıksa çok iyi olacak. Bu dönemde Türkçe şiir ve öykü yazanların sayısı hiç az değil. Biz yaşlılarla birklikte yeni, çok başarılı bir genç kuşak yetişiyor. Lakin kaleme alınan edebi eserler okuyucuya ulaşamıyor. Bazılarının şiirlerini İnternet sitelerinde okuyoruz. Lakin bu çok yetersiz. Gazete ve derginin yerini hiçbir site alamaz. Şimdi her eli kalem tutan kişi yazdıklarını kitap halinde bastırmayı düşündüğünde birçok güçlüklerle karşı karşıya geliyor. Basın evi bulmak, editör bulmak, gereken parayı tedarik etmek... Kitap basından çıktığında ise diğer güçlükler başlıyor. Hangi kitapçıya başvuracaksın, kitabın okuyucuya hangi yollar vasıtasıyle erişecek...  Kırtasiyecilerle gerektiği gibi bağlantısı olan bir basınevi olduğunda ise bu saydığım sorunların birçoğu ortadan kalkmış olacak. Bu sorunları devlet temsicilerinin ve toplum faliyetçilerinin önüne koyan da yok. Birçok devletlerde yazarların ve şairlerin örgütleri var. Adı Yazarlar Birliği de olur, Yazarlar Derneği de olur, mühim olan böyle bir örgüt yaratılmalı ve o Bulgaritan’da Türkçe edebi eser yaratanları kanatları altına alarak onlara yardım etmeli, destek vermeli, haklarını korumada yardımcı olmalıdır.  Bu hususta 2011 yılının Nisan ayında Sofya’da yapılan sempozyumda çok iyi kararlar alındı, fakat bugüne kadar bunların hiçbiri icra edilmedi. Bu dönemde bu sorunların çözümü için uğraşanlar var mı, yok mu bilmiyorum.  Biz Bulgaristan Türkleri unutulmuş kimseleriz diye düşünüyorum. 1924 yılındaTürkiye Cumhuriyeti çok ağır ekonomik dönemdeyken Sovyetler Birliğinin doğu cumhuriyetlerinde Türk kültürünün ve edebiyatının gelişmesi için el uzatmış. Şimdiki dönemde yani Türkiye Cumhuriyeti büyük bir ekonomik güçe sahipken bize el uzatamaz mı? Bu uğurda Azerbaycan Cumhuriyeti’nin sorumlu kişileri de bir şeyler yapabilirler diye düşünüyorum. 

İrevanlı S:. Hocam, Azerbaycan’a gitmeyi arzu eder miydiniz? Azerbaycan’ı çok merak ettiğinizi oradaki kültür hayatını, üniversite hayatını, yazar ve şairlerle tanışmak istediğinizi  biliyorum. 

İsmail Yakup: Azerbaycan’ı ziyaret etmek benim için artık bir hülya. Amcam Azerbaycan’dan döndükten sonra mahallemizdeki yaşlılara ve gençlere Bakü şehrinden sık sık bahseder, gördüklerini anlata anlata bitiremezdi. Öğretmen Okulunda yüksek tahsilini Bakü’de bitirmiş olan Ahmet Naimoğlu adında bir Coğrafya Öğretmenimiz vardı. O da Bakü’den ve ziyaret ettiği diğer şehirlerden sık sık bahsederdi. Dolaysıyle Azerbaycan bizim için rüya gibi erişilmez bir şeydi. Azerbaycan’ı ziyaret edenlere gıpta ediyorduk ve bir gün gelir de biz de orasını acaba ziyaret edebilir miyiz, tahsilimize orada devam edebilir miyiz diye hayal kuruyorduk. O zamanlar Türkiye’yi ziyaret etmek için söz bile edemediğimiz için gözlerimiz, düşüncelerimiz, arzularımız Azerbaycan’a yönelikti. Yıllar sonra çok şeyler değişti ve hülyalarımızdan vazgeçtik. Azerbaycan benim için gerçekleşmemiş bir rüyadır. Fakat insan daima ümit içinde yaşıyor değil mi. Bir gün belki... 

İrevanlı S.: Hocam, Bulgaristan’da Halk ve Özgürlükler partisi şimdi neler yapıyor ve neleri yapmıyor? Milletvekilleri bu tür konuları hiç gündeme getiriyorlar mı? Niçin o koltuklarda otururken Türklerin haklarını savunmuyorlar. 

İsmail Yakup: Hak ve Özgürlük partisi kurulduğunda insanlarda çok büyük umut uyandırdı. Önceki haklarımızın iade edilmesi ve daha da genişlemesi için HÖH’e çok büyük ümit bağladık. Fakat bu hususta yapılanlar çok az. 1991/92 ders yılında yüz binden fazla çocuğumuz okullarda Türk dili ve gramerini öğrenirken son yollarda onların sayısı 5- 6 bine düştü. Parti kurulur kurulmaz “Hak ve Özgürlik” gazetesi çıkmaya başladı. Haftada bir çıkıyordu siyasi ve iktisadi yazılarla birlikte Edebiyata ve Kültüre ait yazılara da yer veriliyordu. Okuyucusu da az değildi. Fakat kısa bir süre sonra kayboldu gitti.  “Yeni Işık” gazetesi bir zamanlar haftada üç defa çıkıyordu ve 80 binden fazla okuyucusu vardı. Hak ve Özgürlük Partisi kendi gazetesini “Yeni Işık”tan daha üstün bir gazeteye dönüştürebilirdi. Komunist döneminde her gün altı saat yayın yapan devlet radyosu şimdi, yani demokrasi döneminde sadece bir saat yayın yapıyor. Onun da yarısı Bulgar dilinde birkaç sarkıyle geçiyor. Bulgarca şarkı dinlemek isteyenler bunu sayısı yüzlerce olan diğer radyolardan da yapabilir. Bazı günlerde Türkçe yayınlar hiç te olmuyor.   Bütün gün Türkçe yayın yapan televizyonumuz olsun derken yirmi yıldan beri Türkçe günlük yayın on dakikadan fazla olamadı. O dakikalar da birkaç siyasi haberle dolduruluyor. Biz o haberleri her gün diğer televizyonlardan onlarca defa işitiyoruz. Türkçe haberleri kaç kişi dinliyor bilmiyorum, fakat işittiğime göre onları dinleyenlerin sayısı çok azalmış. Yayınlar on dakika ile başladığında arkası gelir, dakikalar yavaş yavaş çoğalır ve haberlerden başka kültürle, edebiyatla, hayatın diğer yönleriyle ilgili ilginç yayınlar olur diye bekliyorduk, fakat umudumuz boşa çıktı.  Son dönemde bu sorunlar “Hak ve Özgürlük “ partisinin gündeminden düşmüş gibi görünüyor. Bulgar asıllı siyasetçilerin birçoğu haklarımızın genişlemesine karşı geldiklerini, her istemlerimizi daha doğuşta önlemeye çalıştıklarını, bize karşı patolojik bir nefret beslediklerini çok iyi biliyoruz. Fakat biz korkarsak, istemlerimizden vazgeçersek, çözülmesi gereken sorunları tekrar tekrar gündeme getirmezsek, demek herşey bitmiştir, Türklüğümüzü korumaktan vazgeçmişiz demektir.    

İrevanli S.: Hocam, bir korku mu var, bir baskı mı var? Korktukları için mi, yoksa bulgar zihniyeti ile umursamaz oldular. Oldukça önemli olan azınlıklar konusu, Türkçe eğitim, Türkçe gazete ve derginin çıkmasını gündeme getirmek, onlar için gereksiz mi, bu kadar mı umursamaz oldular. Neden vazgeçtiler? 

İsmail Yakup: Hak ve Özgürlük Partisi faliyetçilerinde bu konularda bir pasflilik var. Bulgar asıllı siyasetçilerle dostluklarını bozmak istemiyorlar. Bulgarların sakinliği, rahatı bozulmasın, onların hoşuna gitmeyen teklifleri sunmaktan kaçınalım diye düşünüyorlar. Bu sebepten seçtiğimiz milletvekilleri  önemli konuları meclise götürmekten kaçınıyorlar. Zaten onların arasında seçimler geçtikten sonra niçin seçildiklerini unutanlar, seçmenlerle karşılaşmaz olanlar da az değil. Bugünlerde Türkçe derslik kitaplarnın basından çıktığını bildirdiler. Kitapların basılması sadece bir adım. İkinci ve daha mühim olan adım o kitapların öğrencilere ulaşması. Türk düşmanlığı ile aşılanmış olan bazı okul müdürleri kaç kitaptan ihtiyaçları olduğunu söylemedikten ve sipariş vermedikten sonra kitaplar elbette ki çocuklara ulaşmayacak.  Bu hususta velilerin de kabahatı az değil. Bazılarının Türkçeleri zaten sadece beş altı yüz sözden ibaret. Daha fazla söz bildikleri ve kullandıkları yok. Çocukları da o kadar söz bildiği için ‘Benim çocuğum Türkçe biliyor. Daha fazla kendini yormasın, başka dillere, başka derslere dikkat ayırsın!’ deyip geçiyor ve çocuğunun Türk dili derslerine iştirak etmesine ısrar etmiyor. Milletvekillerimiz Türkçeyi gerektiği gibi bilmiyorlar, veliler Türkçeyi gerektiği gibi konuşamıyorlar, çocuklar anadilini gerektiği gibi öğrenmiyorlar ve bunun neticesi de bazı kimseler bizim Türk asılı olup olmadığımızdan şüphelenmeye başlıyorlar! Biz buna gücensek te gücenmesek te hakikat ortada.

İrevanli S.:  Bulgaristan’daki Türklere azınlık demek olmaz. Türkler azınlıkta değil bu kadar göçler olduğu halde. 

İsmail Yakup: Bu konu da büyük ve düşündürücü bir sorun. “Kestaneler Altında” romanında da söz ettiğim gibi  Macaristan’da beş bin Bulgar var  ve onlar azınlık gibi tanındı. Sırbistan’da 30 bin Bulgar var, onlar da azınlık gibi tanındı. Arnavutlukta 3 bin Bulgar var, onların da azınlık hakları var. Biz 3 bin, beş bin değiliz, sekiz yüz bin Türk’üz Bulgaristan’da. Bizim haklarımız nerede? Azınlık haklarımız için kimse konuşmuyor. Hele son yıllarda bu konu tabu oldu. Azınlık konusu bizi temsil eden partinin dilinden hiçbir an düşmemelidir.  Bulgarlar kızacaklarsa kızsınlar, öfkeleneceklerse öfkelensinler. Deve kuşu gibi kafalarını kum içine sokmakla, Bulgaristan’da Türk azınlığı yoktur demekle bu sorundan kurtulamazlar.  Başbakanımızın televizyonda övünmesini kendi kulaklarımla işittim. Harfiyyen şöyle dedi: ‘Arnavutluk Başbakanına telefon açtım ve oradaki Bulgarların azınlık haklarını tanımaları gerektiğini söyledim. O bu işi üzerine aldı ve sorunu gerektiği gibi çözdüler.’ Bu, bir devlet diğerinin içişlerine karışıyor demektir. Bir Türkiye Cumhuriyeti önderi Bulgaristan’daki meslektaşına telefon açarak bu ruhta konuşsa ‘İçişlerimize karışılıyor!’ diyerek burada ne vaveyla, ne büyük fırtına kopardı acaba?!  Lakin madem sorun bu şekilde de çözülebilir, razıyız, iki komşu devlet önderlerinin arasında telefonlar çalışsın ve sorun çözülsün. Gücenmeyeceğiz. Alkışlayacağız!    

İrevanlı S.: Değerli İsmail hocam o acılı yılları görerek yaşayan bir tanık olarak sizlerden tarihi gerçekleri dinledik. En doğru tarih, tanıkların söylediği tarihtir. Sizinle bir daha görüşmek umuduyla.  

İsmail Yakup: Ben de tekrar görüşeceğimiz  umuduyle kalıyorum. Evimizin kapısı sizin için daima açıktır. Bizleri sık sık ziyaret etmenizi dilerim. Edebiyat ve diğer konular üzerinde konuşabiliriz ve fikir teatisinde bulunabiliriz.  

Sevil İREVANLI,

Araştırmacı-Yazar

AMK MedyaCrup Finlandiya                    

Resim;

"Türkü"- Kamber KAMBER

 

Bakmadan Geçme