BANA İSMİMLE HİTAP ETME…
Derler ki Balkanlar'da gelin olmak zordur, bunun sebebi farklıdır aslında. Burada her aile Osmanlı devleti çekildikten sonra bu topraklarda kalıp, kendi örf ve adetlerini, dillerini, dinlerini korumak için biraz da sert mizaçlı olmuşlardır. Her aile artık evinde kendi devletini kurmuş ve onu korumaya çalışmıştır. 'Aynı ev' meselesi bu yüzdendir. Gençler uzaklaşırsa, bunca farklı millet, din ve kültürün olduğu bir şehirde kendilerini de koruyamazlar diye korktuklarındandır. Balık yüzdüğü denizin farkında değildir ancak karada kalınca bir damla suda bile hayatına tutunmaya çalışır. Sevgi, saygı ve muhabbet olduktan sonra ise bu damlalar çoğalır ve bütün zorluklar aslında silinip gider.
BANA İSMİMLE HİTAP ETME…
Makedonya ismiyle uğraşırken, aklıma Rumeli’nin bir geleneği geldi. Yeni evlenen ve eve yeni gelen bir gelinin ev halkına ismiyle değil de farklı sıfatlarla hitap etme geleneği. Buralarda yavaş yavaş kaybolmaya başlasa da birçok evde hâlâ rastlanır. Bu geleneği ve onların evdeki insanlara nasıl hitap ettiklerini yazmaya çalışacağım. Birincisi, evlenme çağına gelmiş kız ve erkekler önceleri görücü usulüyle evlenirlerdi. Son yıllarda bu değişse de hâlâ devam ettiğini de görüyoruz bazen. Mesela evde yaşlılar konuşunca “falanca kızı filanca oğlana vermişler” dediklerinde ilk sordukları soru “Stroynik kim?” olurdu. Bu daha sonraları yavaş yavaş değişti; mesela “sevmekle mi almiş” diye sormaya başladılar. Velhasıl severek ya da görücü usulüyle olanlarda katî bir kural var: Burada yaşayan Türklerde asla ve asla akraba evliliği yoktur. Bunun söz konusu olması bile huzursuz eder insanları. Hatta en yakın komşu kızına bile evlenme gözüyle bakılmaz. Bu Arnavutlarda da böyle, Boşnaklarda da böyle. Balkanlar’ın genelinde bu konuda hiç kimse taviz vermez aslında.
Evliliklerin genelde soydaş olanlar arasında yapılması uygun olur. Türk olanların ilk tercihi karşısındakinin de Türk olmasıdır. Bazı durumlarda bu değişir, mesela yeni gelen gelin Türk değilse, onun Türkçe öğrenmesi için bütün aile seferber olur. Bunu öğrenemeyen gelinler, “inat” meselesi haline getirenler hoş karşılanmazdı. Özellikle doğan çocukların mutlaka ilk öğreneceği dilin Türkçe olmasını sağlarlardı. Karışık evlilikler de var ve bu evliliklerden doğan çocuklar okul çağına gelmeden mutlaka birkaç dili konuşabilir haline gelirler. Türkçe bilmek, Türkçe konuşabilmek insanların kültür seviyesinin daha yüksek olduğu anlamına gelirdi. Sadece dili bilmek de yetmezdi, yeni gelen gelin o evin âdet ve geleneklerini de benimsemeye çalışmak zorundaydı. “Bizde böyledir” diyen ve son sözü bu olan bir kayınvalideyle başa çıkmak zordur tabi. Genelde ev halkıyla beraber yaşanır, ayrı bir eve çıkmak söz konusu dahi olmazdı. Evler kocaman avlunun içinde olurdu, tek sokak kapısı vardı. Genelde ilk evlenen, çoluk çocuğa karıştığında evin yanına küçük bir ev inşa ederdi. Yeni gelen gelin de kayınvalide ve kayınbabasıyla aynı evde yaşardı. Zamanla aynı bahçeyi paylaşan birçok ev ile küçük bir mahalle halini alırdı evlerin içi. Bunun bugün bile hâlâ birçok evde devam ettiğini görebilirsiniz.
Yeni gelen gelin sabah herkesten önce uyanmak zorundaydı, “hanım anne” ve “efendi babaya” kahve veya çay pişirir ve ellerini öperdi. Düğün meclislerinde de kayınvalidesinin önünde eğilip elini öper, sonra yaşça büyük olanlardan başlayarak bütün akrabaların ellerini öperdi. Geleneksel kıyafetler giyerdi ki bunlar sırma yelek, çintyan ve altın liralarla dizilmiş tas fesler olurdu. Diğer Müslüman kesimlerde de bu gelenek vardı. Ancak diğer Müslüman kesimlerden ayıran farklı bir geleneğimiz vardı bizim: Türk ailesine yeni gelin gelmiş bir gencin evdeki bireylere hitap etme şekli. Bu gelenek Türkiye’de var mı bilmiyorum. Burada bunu sadece Türklerde görebildiğimize göre mutlaka vardır diye düşünüyorum. Bildiğimiz akraba adları dışında (enişte, dayı, hala, teyze vs.) gelinlerin kullandıkları hitap sıfatları, ev halkından olan, elti, görümce ve kayınlar için kullanılan tercihe bağlı geleneksel bir hâl almış sıfatlardır. Mesela Üsküp’te yeni evlenmiş bir gelin, ertesi günü ilk kez sofraya akşam yemeğinde oturur. Gün boyunca odasına yemek götürülür, eve gelen akrabalara hediyeler takdim eder, gelen komşu kadınlarının önünde de duvağı ve geleneksel kıyafetiyle ellerini öper. Odada oturan kadınların tam karşısına bir sandalye konulur, genelde ayakta durur, ancak yaşlı kadınlardan biri “otur” derse oturur, odaya giren kimse olduğunda saygısından ayağa kalkmak zorundadır. Bütün bunlardan sonra öğlen görümceleri ve eltileri toplanıp ev halkına hangi sıfatlarla hitap edeceğini konuşurlar. Mesela diyelim ki üç görümcesi ve üç eltisi var. İsimleri ile onlara hitap etmesi ayıp sayılır diye bazı öneriler sunarlardı. Özellikle kayınlarına hiçbir şekilde ismiyle hitap etmezlerdi.
Genelde kalabalık ailelerde, haliyle birçok görümce-enişte ve birçok elti-kayın olduğundan herkese farklı farklı isimler bulunurdu. Eltilerden başlayalım, Üsküp’te evin en büyük gelinine tartışmasız “Hanım inge” (İnge: Yenge) diye hitap edilirdi. Kosova’da “Hanım ince”, bir harf değişikliği sadece var o da ağız farklılığındandır. Diğer şehirlerde de bu böyledir. Mizacı sevecen olan bir elti varsa ona da “Tatli (Cici)-inge” derlerdi, sadece bir eltisi varsa “Kıymetli-inge” olurdu, kendinden yaşça küçük eltisi varsa ona da “Küçük-inge”, duygusal mizacı olanlara “Nazlı-inge” gibi isimler teklif edilirdi. Kendilerinden sonra gelecek gelinlere ise sadece “Gelin” derlerdi.
Bir anımı anlatayım: Yeni evlenmiştim ve evde telefon çaldı, arayan kayınvalidemin en büyük eltisiydi, ben de ona zaten Hanım inge diyordum. İlk “Alo” deyişimden sonra “Gelin sen misin?” dedi, “Evet benim” dedim. Sesimden beni tanıyınca “Ha Leyla sen misin?” dedi, “Evet o da benim” dedim, “Ben kayınvaliden sandım” dedi. Sonra beraber gülüştük, kendileri artık kayınvalide olsalar da onların dilinde artık “Gelin” diye kalmıştı. Bizim kuşakta bu yok, ama annelerimize kadar devam etti. Bizler bazen ancak şakayla karışık kullanıyoruz bunları. Evin dört gelininden en büyüğü ben olduğum için, konuşurken bazen dinlemediklerinde “Bak ben Hanım ingeyim, ona göre” deyip gülüyoruz. Kayınlarda da durum farksız değil, evin büyük kayınına “Büyük Efendi”, yaşça küçük olanlara “Paşa Efendi”, Kayınbaba hayatta değilse büyük ağabeye “Efendi baba”, küçük kayına “Küçük Efendi”, okumuş olanlara “Kâtip-efendi” gibi sıfatlarla hitap edilirdi. Görümcelere ise yaşça büyük olanlara “hanım-aba”, sözünü sakınmayan olanlara “serbest-aba” , ailede tek görümceyse “hasret-aba” ya da “kıymetli-aba”, yaşça eşit olanlara “kardaş-hanım” sevecen olanlara ise mutlaka “tatli-aba” denilirdi, hatta hem sevecen hem de biraz kilolu olanlara “Top Şeker Hanım” bile diyenler olmuştur. Çocukları olunca da ilerde “abla” yerine “Tatli Hala” derler. Bizim ailede de birçok “tatli-hala” ve “tatli-yenge”ler oldu. Biz büyürken de büyüklere saygılı olmayı, onlara hitap ederken alçakgönüllü olmayı öğrendik bu sayede.
Derler ki Balkanlar’da gelin olmak zordur, bunun sebebi farklıdır aslında. Burada her aile Osmanlı devleti çekildikten sonra bu topraklarda kalıp, kendi örf ve adetlerini, dillerini, dinlerini korumak için biraz da sert mizaçlı olmuşlardır. Her aile artık evinde kendi devletini kurmuş ve onu korumaya çalışmıştır. “Aynı ev” meselesi bu yüzdendir. Gençler uzaklaşırsa, bunca farklı millet, din ve kültürün olduğu bir şehirde kendilerini de koruyamazlar diye korktuklarındandır. Balık yüzdüğü denizin farkında değildir ancak karada kalınca bir damla suda bile hayatına tutunmaya çalışır. Sevgi, saygı ve muhabbet olduktan sonra ise bu damlalar çoğalır ve bütün zorluklar aslında silinip gider. Eleştiriyoruz bazen, ama onların açısından düşününce ne kadar büyük bir savaş verdiklerinin farkına varıyoruz aslında.
Leyla Emin ŞERİF