ANİDEN DOĞAN DOSTLUK

Arkadaşlarım yanaşan tren vagonlarına binmeye başladılar ama benim canım nedense binmek istemiyordu. Daha doğrusu, bu mutsuz amcadan ayrılmak istemiyordum. Çok kısa bir zamanda ikimiz birer iyi dost olmuştuk. Benim fotografımı istedi ama yanımda bulunmadığını söyledim. 'Mektupla gönderirim!' diye seslendim ona. Biri birimize ellerimizi uzatarak vedalaştık.Vagona adımımı atmadan önce, Türkiyeli amca beni kucaklarcasına kolları arasına aldı ve alnımdan birkaç kere öptü.

Tarım meslek lisesinin üçüncü sınıf öğrencisiydim. Bütün sınıf arkadaşlarımla beraber Şumnu'dan Sofya'ya kadar bir geziye çıkmıştık.

Üç günlük başkent gezisinden sonra, hepimiz bayağı yorgun argın görünüyorduk ve tren garına iki saat daha önceden gittik. Herkes ellerindeki bavulları öte beri yerleştirdikten sonra, banklara oturup dinlenmeye koyuldu. Ben ise tek başıma boş bir banka oturdum ve evime dönünce, ne gibi gezi notları kaleme alacağımı düşünmeye koyuldum.

Biraz sonra, bavulumdan Sofya'da yayımlanan bir Türkçe gazeteyi çıkardım ve merakla sayfalarını karıştırmaya başladım. ”Türkiye'de işsizlik” başlığı altındaki bir yazı öyle dikkatimi çekmişti ki, etrafımda olup bitenlerden bile haberdar değildim.

"Ne o, oğul, gazetede Türkiye hakkında bir şeyler mi yazıyor?"

Bu ani ve hiç beklemediğim soru karşısında şaşkınlığımı gizleyemeden, başımı gazeteden kaldırınca, yanı başıma oturmuş orta yaş bir erkekle bakışlarımız karşılaştı. Orta boylu, ince yapılı ve 35-40 yaşlarında bir yabancıydı.

"Evet, ağabey! Yine Türkiye’de işsizliği yazıyor, zaten bizim Türkçe gazetelerimiz, Anavatan aleyhine karalayıcı bir şeyler yazmadan hiç yapamazlar," dedim.

Tanımadığım erkek, benim bu sözlerimi duyar duymaz, üzgün bir şekilde başını yere eğdi. Biraz önceki yüzünde okunan o tatlı tebessümden eser bile kalmamıştı. Gözlerinin sorgulayıcı ifadesi derinleşmişti. Kim bilir ne gibi eski hazin anılara daldı diye düşündüm...

"Sofya'lımısınız?" diye sordum ona.

"Hayır, evladım, ben bir yabancıyım, Türkiye'liyim." dedi yavaşça.

Bu yabancı amcanın Türkiye’den oluşu beni hayrete düşürmüştü, çünkü bu tren garında bir Türkiyeli ile buluşacağımı hiç aklımdan bile geçirmemiştim.

Onunla tanıştık ve hal hatırdan sonra, bana kendisinin Batı Almanya’da çalıştığını belirtti. Şimdi de memleket izninden dönüyormuş.

Yeni tanışmamıza rağmen, benim yüzümü çok dikkatli bir şekilde süzüyordu ve bakışlarında bir sıcaklık hissediliyordu.

"Oğlum, sen kaç yaşlarındasın?" diye sordu.

"On sekiz!" dedim.

"Demek ki, benim oğlumla akran oluyorsun, o da şimdi 18 yaşını dolduracaktı. Benim oğluma seni çok benzettim, gözlerin, saçın ve yüzün tıpkı benim oğlum gibisin. Şu an onu görmüş kadar oldum..."

" Bey amca, ya sizin oğlunuz nerede okuyor?" diye sordum.

"Hiç bir yerde okumuyor, lise bire gidiyordu, fakat kayboldu ve şimdi nerede olduğu belli değil. Öldü mü, sağ mı, kimse bilmiyor. Ortadan kaybolalı artık tam üç yıl dolacak..."

Bu cevap karşısında, ben bir müddet suskun kaldım, çok üzülmüştüm. Oğlu hakkında daha fazla bir şey sormadım, çünkü böyle vukuatlar için ben de duymuştum. Zaten yabancıda da anlatacak bir hal kalmamıştı. Bana başka sorular da yöneltti, ben de ona rahatlıkla cevaplar sundum.

Böylece iki saatin nasıl hızlı gelip geçtiğini hiç anlayamadık. Artık arkadaşlarım bavullarıyla peronda trenimizi bekliyorlardı. Türkiyeli amcayla, biz de perona doğru ilerledik. Arkadaşlarım yanaşan tren vagonlarına binmeye başladılar ama benim canım nedense binmek istemiyordu. Daha doğrusu, bu mutsuz amcadan ayrılmak istemiyordum. Çok kısa bir zamanda ikimiz birer iyi dost olmuştuk. Benim fotografımı istedi ama yanımda bulunmadığını söyledim.

"Mektupla gönderirim!" diye seslendim ona.

Biri birimize ellerimizi uzatarak vedalaştık.Vagona adımımı atmadan önce, Türkiyeli amca beni kucaklarcasına kolları arasına aldı ve alnımdan birkaç kere öptü.

"Seni görünce, oğlumu görmüş kadar oldum. Benim oğlum da ..." sözünü tamamlayamadı. Şakaklarından iki iri göz yaşı yuvarlanıverdi beton zemine.

Vagona atladığım gibi, ben pencereye koştum. Tren artık hareket ediyordu. Sofya garı yavaş yavaş gerilerde kalıyor ve orada bir el habire havaya yükselip iniyordu...

Mehmet İsmail KEÇİCİ,

Şumnu, 1969 y.

Bakmadan Geçme