Yazılacak ve sorgulanacak daha bir çok şey var...

*** Bulgaristan'daki Türklerin kara günlerini unutmayalım ve unutturmayalım! *** Söylediğimiz ninnilerimize karışmıştı artık annelerimizin 'Bir gün mutlaka Türkiye'ye gideceğiz!' sözleri. *** Babam, elin memleketinde bundan sonra bir çivi bile çakmam derdi. Birdenbire memleketimiz bize yabancı olmuştu. *** Evlerimizin kapılarını kapatıp, arkamıza hiç bakmadan çıkıp gidiyorduk. Gözümüz hiçbir şey görmüyordu. Ne gezisi? Hayallerimiz gerçek oluyordu!

Bulgaristan'daki Türklerin kara günlerini unutmayalım ve unutturmayalım! Utanç verici olayları yaşamış son nesillerdeniz bizler. Gençlerimiz mutlaka başımıza gelenleri bilmeli ve bu dönemde de sinsice devam eden asimilasyona karşı çok dikkatli olmalılar.

Söylediğimiz ninnilerimize karışmıştı artık annelerimizin “Bir gün mutlaka Türkiye'ye gideceğiz!" sözleri.

Evde sadece pasaport, vize, Türkiye Başbakanı ziyaretleri ve hangi şehre göç edeceğimiz konuşuluyordu. Süleyman Demirel'di sanki baş rolde olan, ziyaretleri beklenen kişiydi. Kesin Yeşil Bursa'ya yerleşecektik...

Pasaportumuz 1968 yılında çıkmış, fakat o dönem vize alamamıştık. Elimizde, babamın gözbebeği olarak onu 10 yıl boyunca saklamıştık. Geçen yılların bize oynayacağı oyundan habersizdik, tabii ki. Yine parçalanacağımız aklımıza bile gelmemişti.

Seneler geçer, çocuklar büyür ve yeni aileler oluşur ya, bizim ailemiz de bunu yaşadı. Ben evlenmiştim ve eşimin ailesinin göç etme niyeti ise yoktu. Kişiselleştirmek için paylaşmıyorum özel hayatımı, sadece parçalanmalara, çekilen acılara dikkatleri çekmek için.

1989 yılında biz de göç ettik. Elinde pasaportu olan aileler tamamen göçe kilitlenirdi. İnşaat ustası olan babam evimize bakmaz oldu. Elin memleketinde bundan sonra bir çivi bile çakmam derdi. Birdenbire memleketimiz bize yabancı olmuştu. Daha o dönemde özgüvenimiz bile yükselmiş, etrafa daha bir umursamaz şekilde bakıyorduk.

Türkiye'ye gidecektik artık bizler. Gittik de... Birlikte olmasak da, 12 yıl sonra ailelerimize kavuştuk. Tabi ki, o dönemde internet ve görüntülü aramalar yoktu. Mektuplar yazılırdı. Cevapları aylarca beklenen ve aile yadigarı gibi saklanan mektuplar. Sadece bizimkilerini değil, konu komşunun da mektuplarını okuyan ve cevapları yazan bendim. Başıma herkes merakla toplanmış, defalarca okuturlardı gelen kıymetli mektupları. Cevapları da hiç istisnasız “En evvela deruni dilden ve cani gönülden, büyüklerimizin ellerinden, küçüklerimizin gözlerinden öperek sizlere selamlarımızı iletiyoruz!“ ile başlıyordu. Anlamını tam bilmiyordum ama klişeleşmiş bir ifadeydi. Heyecanla etrafımı sarmış ev halkı, tekrar tekrar yazdıklarımı okutuyor ve içlerine sindikten sonra devam ediyordum. Herkes bir şey söylüyor, geri dönüp düzeltmeler ve ilaveler yaptırılıyor ve sık sık “ Bacak gibi yazma şu harfleri, güzel yaz anlaşılsın!” uyarıları yapılıyordu...

Ah, bir de TRT'nin yayınladığı bir program yok muydu, içlerimizi dalayan ve konu komşu bir arada ağlayarak dinlediğimiz o program. Türkiye'ye göç etmiş olanlar, Bulgaristan'daki yakınlarına selam gönderiyorlardı, kendi sesleri kayda alınmış, gözyaşlarına boğulmuş sesler bizlere ulaşıyordu. Onlar ağlar, bizler daha çok ağlarız….

Seneler geçiyordu ve Türk çocukları da eğitimini üniversitelerde devam ediyorlardı. Bir çok kriter uygulanıyordu, tabii ki. Anne baba komünist partisi üyesi olacak, aktif görev alacaklar. Bunların çocukları daha rahat ve öncelikli üniversitelere kabul ediliyor, diğer çocuklar da ön lisans programlarına yerleştiriliyordu. Meslek sahibi olunuyordu. Önemli olan da buydu. Mezun olduktan sonra, mecburi üç yıllık hizmet için devletin tayin ettiği yerlerde iş başı yapılıyordu. Eğitimimiz sürece başarılı olmaktı tek amacımız. Ancak bu şekilde fark edilecektik ve belki de daha iyi şartlarda iş başı yapma şansımız olacaktı. Türk çocuklarını yüksek okullara yerleştirmek için daha o dönemlerde rüşvetler veriliyordu. Sınava girilip başarılı olunsa da, sıralamada mutlaka bir “sorun çıkıyordu “ ve onu düzeltmek için her hizmetin tarifesi belirlenmişti. Tavuklar, kazlar, kuzular, baklavalar, paralar. Kim ne verebilirse ama mutlaka vermeliydi. Çocukları gözden düşmesin diye herkes "hediyelerini" veriyordu...

Türk'ü Bulgarı hep bir aradaydık ama yine de çok meşhur bir söz yerleşmişti dillere; “İyi oğlan ama Türk!” - " Hubovo momçe ama Turçe!" 1984 yılına kadar, hayatımız bu şekilde devam ediyordu.

Daha önce Pomak ve Çingenelerin Türk isimleri Bulgar isimleri ile değiştirilmişti. Bunu duyunca herkes endişe içinde, ya biz Türklerin akıbeti ne olacak diye bilgi almaya çalışıyorduk. Gelen cevaplar da hep bizi rahatlatan cevaplardı. Aslında Pomak ve Çingenelerin soylarının önceden Bulgar oldukları ve Osmanlı tarafından zorla İslam'ı kabul ettikleri söyleniyordu. İnanmıştık bütün bunlara, ta ki bizlerin de isimlerini değiştirmeye başlayana kadar...

Yıl 1985. Akşam saat 20.00. Ayı ve günü tam hatırlayamıyorum. Hatırımda kalan kararmış hava ve derin bir sessizlik. Köyde bu sessizlik insanı yorar bile, çünkü dünyadan kopmuş bir yer gibidir, ıssız ve karanlıktır köy yeri. Çok nadir, geç kalmış bir araba veya misafirlikten dönen birileri geçer, karanlıkta kaybolurlar ve sadece ev içindeki konuşmalar devam eder. Televizyona dalınca da evde herkes susup yayına dalar. Tam dalmışız, araba sesi duyduk. Uzaktan aldık sesi akşamın ıssızlığında. Bir araba yaklaşıyordu ve tam bizim evin önünde durdu. Tabi ki, hemen dışarıya fırladık.

Muhtarlığın arabası gelmişti. Sürücüsü, benim ve eşimin hemen muhtarlığa gitmemizi tembihledi. Sebebini sorunca da, "Ben bir şey bilmiyorum, emir kuluyum!" dedi ve minibüsün arka kapısını açtı. Ürktük. Türklere yapılan isim değiştirme baskılarını duymuştuk. Belli ki, sıra bize gelmişti.

"Bu saatte gitmiyoruz! Sabahın suyu mu çıktı?" deyip diklendi eşim. "Kararı sen vermiyorsun!" dedi aracın içinden gelen bir ses. İki bekçi, ellerinde silahlarla, arabanın içinde oturuyorlardı. Hep tanıdık konu komşuydular. Neler oluyor sorumuza da sadece omuzlarını kaldırıp gözleri ile oturun işareti yaptılar.

25-26 yaşlarındayız. Evde uyumuş iki çocuk ve korkudan titreyen anne babamızı bırakmıştık. Neden alındığımızı tahmin ediyor ve bunu bekliyorduk zaten. Er ya da geç bu olacaktı, bizim de sıramız gelecekti. Gözümün önüne Alman Nazilerinin Yahudileri toplama sahneleri geldi. Nasıl da benziyordu. Aynı sahne, aynı korku ve aynı titreme. Sadece bizi alacaklardı. Sonradan anladık ki, ilk önce hep aydın kişiler alınmış; doktorlar, hemşireler, öğretmenler...

Bizlerin önüne ilk önce Bulgar isimleri içeren defterler atılmış ve “Birer isim seçin!” denmişti. Dışarıda arabalar insan taşımaya devam ediyordu. Bekleme odası doldu ve komünist partisi sekreterinin ( En önemli adam) de bulunduğu odaya teker teker çağırılıyorduk.

Kurtuluşu yoktu bu işin. İntikam düşüncesi ile insanlar saçma sapan, Bulgarların bile kullanmadığı isimleri yazdırıyorlardı; Huban, Belin, Demir…

Bir kaç gün içinde herkesin ismi değiştirilmişti. Garip olanı da şuydu, kuzenler farklı dede isimleri seçmiş, kardeşlerin bile baba isimleri aynı değildi. Daha o zaman bu tuhaflıklar bizi şüpheye düşürmüş ve bu durumun geçici olacağı umudunu aşılamıştı. Arşivler saklanacaktı kesin, çünkü kimin kim olduğu belli değildi.

Birbirimize kendi isimlerimizle hitap ediyorduk, çalıştığımız yerde bize nasıl hitap edileceğini bilemiyordu arkadaşlarımız. Kendi isimlerimizi kullanmak kesinlikle yasaktı. Sadece yeni verilen isimler geçerliydi. Her yerde bunu takip eden ajanlar ve ihbarcılar dolaşıyordu. Cezalar uygulanıyordu.

Sağlık ocağına gelen yaşlı Türkler, bizimle Türkçe konuşamıyor, yanlarında torunlarını tercüman olarak getiriyorlardı. Hasta şikayetlerini Türkçe anlatıyor, çocuklar ise Türk olan bizlere Bulgarca tercüme etmeye çalışıyorlardı. Dilimizi konuşmanın yanında milli kıyafetler, ibadetlerimiz, sünnet ve folklorumuz da tamamen yasaklanmıştı.

Defalarca gece yarıları gizli sünnet olmuş, hayati tehlike geçiren kanamalı çocuklar kurtarıyorduk. Hapis cezalarından dolayı, onları hastaneye götüremiyorduk ve başlarında sabahlıyorduk. Çocuklarımız perişan olmuşlardı. Neden okulda Türkçe, evde ise Bulgarca konuşmaları yasaktı? Kesinlikle Bulgarca konuşulmuyordu bizim evimizde, çünkü sözümüzün geçtiği tek kalemizdi yuvamız. Öyle bir yasak uygulamışız ki, çocuklarımız Bulgar dilinden nefret etmişti ve göç ettikten sonra da senelerce tek Bulgarca kelime kullanmak istememişlerdi...

Seneler geçiyordu. Yeni doğan çocuklara doğrudan Bulgar isimleri konuyordu. Türkçe konuşmak kesinlikle yasaktı. Uyarı cezası almadığımız gün yoktu. Sadece uyarılıyorduk. Herkes hatanın farkındaydı. Bu şekilde sonuç alınamayacağını biliyorlardı, çünkü yönetimde olanlar da emir kuluydu.

Bu süreç tam 5 yıl sürdü. 1989 yılında, önemli bir kararla Türkiye sınırlarını açtı ve böylece "Büyük Gezi" başladı. Her isteyen "turist olarak" Türkiye'de 3 ay kalabilecekti. Turizm gezisi diyorlardı, fakat tren vagonlarına bazı ev eşyalarımızı doldurmaya izin veriliyordu...

Emniyet müdürlükleri önlerinde sabahlıyorduk, pasaport alabilmek için. Rüşvet veriyorduk bir an önce tren biletine sahip olabilmek için. 9 aydan küçük, sahip olmak için 15 yıl sıra beklediğimiz arabalarımızı hurda durumunda olan araçlarla takas ediyorduk.

Evlerimizin kapılarını kapatıp, arkamıza hiç bakmadan çıkıp gidiyorduk. Gözümüz hiçbir şey görmüyordu. Ne gezisi? Hayallerimiz gerçek oluyordu! Önceden göç etmiş ailelerimize kavuşacaktık. Annelerimiz bizi emzirirken fısıldadıkları “ Bir gün mutlaka Türkiye'mize gideceğiz! “ sözleri gerçek oluyordu, fakat ailelerimiz yine parçalanıyordu. Çocukları askerde olan aileler gidemiyorlardı ama bir an önce çıkıp gitmemiz için bizi yüreklendiriyorlardı.

Buruk sevinci ve üzüntüyü bir arada yaşıyorduk. Duygularımız paramparçaydı. Bir yandan daha önce göç eden akrabalarımıza kavuşma sevinci ve heyecanı, diğer yandan arkamızda bıraktıklarımızdan ayrılma üzüntüsü. Biz bunu ne ile hak etmiştik? Azınlıkların kaderi miydi yaşadıklarımız? Her göçte ayrılan aileler ve parçalanan yürekler...

Benim ailem için, 6 Temmuz 1989 tarihi hayatımızın dönüm noktası olmuştu. İyi ki de oldu. Tabii ki, özetlediğim hikayemiz bununla bitmiyor. Herkes kendi hikayesini hatırlamıştır yazımı okurken. Ne hikayeler vardır kim bilir, bizimkisi yanlarında basit kalır.

Önemli olan sorular şunlardır aslında;

- Günümüzde gerçekten asimilasyon bitmiş midir, yoksa gizli bir faaliyet içinde devam mı etmektedir?

- 30 yıllık zaman içinde anayasal azınlık haklarımızın ne kadarı iade edilmiştir?

- Demokrasinin ilk yıllarında coşku ve umutla, daha sonraları her seçimde korkutulduğumuz asimilasyonun geri gelmesi ile oy verdiğimiz parti, bizim haklarımızın ne kadarını koruya bilmişti, korumak istemiş miydi?

- Yapılmış olan yanlıştan dönülmesi, gerçekten Türklerin desteklediği partinin başarısı mıydı, yoksa diğer partilerin aldığı bir karar mıydı?

- Seçim öncesi yapılan mitinglerde neden her defasında bizleri eski günlerin geri gelebileceği hikayesi ile korkutuyorlardı?

- Hala, böyle bir tehlike mi var?

- Desteklediğimiz parti yönetiminin bildiği ve bizimle paylaşamadığı tehlike nedir?

- Çocuklarımız neden sağlıklı bir program ile anadilinde eğitim alamıyorlar?

- Hangi amaçla, bu yıllar içinde okullarda Osmanlı Dönemi şimdiki Türk nesillere karşı kin ve düşmanlık aşılayacak şekilde aktarılmıştı?

- Bilinçli uygulanan ve hala Türk azınlığını yavaş yavaş eritme politikası mı yürütülüyor?

- Bulgaristan'ın azınlıklar için imzaladığı ve uyması gereken AB Direktiflerini kim kontrol ediyor?

Maalesef ki, yazılacak ve sorgulanacak daha bir çok şey var...

Leyla ÖNER

Bakmadan Geçme