Şiire Bulanan Düşlemler

Cebinde bir kahvelik para, bir tanıdığa rastlarsın umuduyla meydanlıktan tren garına değin sokağı iki kez indin çıktın. Rastlayamayınca, kapısı üstüne: 'Dön, dolaş yine bana gel' yazılı tabela asacağını söylediğin kafeye oturup kahveni içtin, hiç kuşkusuz birileri gelir, beklentisini koruyarak oyalandın. Kimse gelmeyince oradan kalktın, deniz bahçesinde, birkaç uzun turun ardından yazarlar kulübüne yöneldin.

” İçimde anadan doğma cesaret Sonradan edindiğim bir de umut Kuşluk vakti düştüm şöyle yollara Efkârlıyım ben, başım bulut bulut… " Yarın, 26 Nisan 2O24, yalnız Bulgaristan Türk azınlığın değil, evrensel insan haklarının da gözü pek savunucu, Recep Küpçü'nün uçmağa varışının kırk sekizinci yıldönümü. Aşağıdaki, Şiire Bulanan Düşlemler denemesini yayımlayarak söylencesel ozanımızı rahmet, sevgi ve özlemle anıyorum. Şimdi zurnanın zırt dediği yere gelelim. Dikta siyasi otorite sana yaptığı baskıları giderek artırıyordu. Boyun eğmeyen savaşımcı ruhun, kişiliğinle gözetim altındaydın, sürgit adım adım izleniyordun. Öğretmenlik ve gazetecilik görevlerinden alınınca baskılar artmıştı. Soluk alıp verişin, varoluşun bile emniyet görevlilerini rahatsız etmeye yetiyordu. Ta bu dünyadan gittiğin güne dek sürecek, sınırsız bir işsizlik süreci başlatılmıştı. Nereye başvursan elin boş dönüyordun. Ailenin geçim yükü, öğretmen olan eşinin omuzlarında, tek aylık ile tatil şehirlerinden biri olan Burgaz'da yaşama tutunmanın ne demek olduğunu yalnız ikiniz biliyordunuz. Bir baba olarak duruma çözüm bulamamaktan çılgına dönüyordun. Temizlik ürünleri üreten bir fabrikada iş bulmuş, son çare olarak işçilik etmeye koyulmuştun. Kaldı ki polis seni burada da rahat bırakmadı. Bozgunculuk yaptığın, işçileri iktidara karşı kışkırttığın gerekçesiyle işine son verildi. İş bulmak için düştün yollara, çareyi yapı ustalarına harç, beton taşımakta buldun. İşte yine işsiz güçsüzsün, öte yandan umutsuz, yıkık. Gönlün kapkaranlık, bir aylakçı gibi kentin sokaklarını dolanıyorsun. Şair arkadaşın Sabahattin Bayram senin ardından: “Oturduğu Burgaz kentinin sokaklarını doldurarak yürüdü,” diye yazmıştı. Gerçekten, gülüşün, cesaretin, şiirin gibi kimseye benzemeyen bir yürüyüşün vardı; bir yere yetişmek istermişsin gibi hızlı, iveğen. Sanırım, bütüncül dizgenin gözüne ilkin o yürüyüşün takılmıştı. Bazen yaşadığın bunları, bunalımları anlatmak için: “Elimin her parmağı ucunda birer dünya dönüyor" dediğin, yoğun, tinsel bir yorgunluk içindesin. Cebinde bir kahvelik para, bir tanıdığa rastlarsın umuduyla meydanlıktan tren garına değin sokağı iki kez indin çıktın. Rastlayamayınca, kapısı üstüne: “Dön, dolaş yine bana gel” yazılı tabela asacağını söylediğin kafeye oturup kahveni içtin, hiç kuşkusuz birileri gelir, beklentisini koruyarak oyalandın. Kimse gelmeyince oradan kalktın, deniz bahçesinde, birkaç uzun turun ardından yazarlar kulübüne yöneldin. İlin yazarları arasında seni sayanlar vardı. Bu saygı gökyüzünden zembille düşmemiş, usunun yetisi, gücüyle söke söke kazanmıştın elbette. İnsan ilişkilerinde kişiyi saygınlığa taşıyan, bilgi, birikim, donanımınla yazar ve şair arkadaşlarının ilgisini çekiyor, kıvrak anlağın, bilge kişiliğinle seni dinleyenlerde olumlu izlenimler bırakıyordun. Yazın arkadaşların, özdeyişlerine, esprilerine bayılıyorlardı. Temizlik ürünleri üreten fabrikada çalışırken, yapmayı düşündüğün tablet deterjanla yüreklere yuvalanan kiri söküp atacağını anlattığında, birkaçı kendini tutamamış, yerinden kalkarak elini sıkmıştı. Bir gün, yazarlar kulübünde, çalıştığın mandırada başından geçtiğini öne sürdüğün bir olayı anlatmıştın. Sen işbaşı yapınca, bir hafta geçmeden mandırada verim artmış. Hafta sonunda mandıranın müdürü çalışanları odasında toplamış, bu beklenmedik artışın nedenini öğrenmek istemiş. Herkes susuyor, bir tek sen incecikten, bıyık altından gülümsemekteymişsin. Bu, müdürün gözünden kaçmamış: “Sanırım, yeni arkadaşınızın konuya ilişkin bir bildiği var,” demiş. “Evet, yoldaş müdür, var,” demişsin kinayeli ses tonuyla. “Sizler bir haftadır anamdan emdiğim sütü burnumdan getirdiniz. Nereden geldiğine şaştığınız o süt, anamdan emdiğim o helal sütün ta kendisidir .” Yazın arkadaşların, Nasrettin Hoca fıkrasını çağrıştıran bu yanıta kasıklarını tutarak, katıla katıla gülmüşlerdi. “Dön dolaş, yine bana gel” yazan tabelayı dışına asamadığın kafede, sözün kısası, bizim kafemizde bekleyeceğim seni, şairim. Yanımdaki sandalye boş olacak, oraya senin yokluğunu oturtacağım. Sigaralar eşliğinde, içmiyorum ya sana sevgiden, bir başka deyişle, “yaşama dönmen” onuruna bir tane yakacağım, kahvelerimizi höpürdeterek içeceğiz. Kafeden çıkınca seni nereye götürmemi isterdin, abi? Karaya oturmuş, daha açıkçası, kıyıya çekilmiş sanısı veren ve firkateyni çağrıştıran o eski gemi bozuntusuna mı? (İmgelerimizde denizleri, okyanusları aşırdık o gemiyle, dünyanın her limanına demir atardık da bir tek anayurdumuz Türkiye'mizin limanlarına demirleyemezdik. Bunu yapmak hayallerimizde bile yasaktı bize.) Örneğin, kıyı lokanta, restoranlarından birine postu sererdik. Belki gazinoya, İnter'e, Deniz Dalgalarına, yok, yok, tipik bir Bulgar meyhanesi olan Balkan özlemiştir bizi. Orada Gagavuz asıllı Slavka tarafından karşılanacaktık. Özenli kullandığı için bülbül gibi şakıyan Türkçesiyle masaya buyur edilecektik. “Sen kızların en şanslısın,” demiştin bir gün Slavka'ya, anımsıyor musun? “Nedenmiş o?” diye sormuştu, gülümsemesi artıp, yanaklarındaki çukurcuklar derinleşerek. “Yeryüzünde yaşayan milyarlarca insana bir tek, sana ise iki gökyüzü bahşetmiş Tanrı,” yanıtın ile kızın mavi gözlerine gönderme yapmıştın. Eh, ne yapalım, hatırını kırmayarak Slavka'nın masasına oturacağız. “Üzümün gözyaşı mı olsun üstadım, yoksa kanı mı?” diye soracaktır garson kız. Yanıtını beklemeden de büfeye doğru seğirtecek, yeğlemenin üzümün gözyaşından yana olacağını bilerek. Nereden başlayacağız söyleşmeye Recep Küpçü? Şiire bulanan düşlemlerimizden mi? Umarım oradan başlarız. Ne var ki önceliğimiz yüzde yüz Tarancı olacaktır. “Ne doğan güne hükmüm geçer…” “Tarancı sağ olsaydı, kimse beni burada tutamazdı,” derdin. “Sınırmış, askermiş, polismiş bana vız gelirdi.” Belki Birinci Yeni'den, ne bileyim, Ali Püsküllüoğlu'nun, “Kapalılığa, soyuta, alışılmamışa yöneldiler” dediği İkici Yeni de belki konuğumuz olabilir. Çünkü o akımı kendine yakın buluyordun, Edip Cansever, Turgut Uyar korkunç ilgini çekiyor, seni büyülüyordu. İyisi mi görmeden âşık olduğun, “Düşlerimin kenti” dediğin, Nazım'ın ise “Mavi gözlü şehrim” dediği, İstanbul'a gel sen. Artık eskisi gibi önemsenmeyen, unutulduğu için boynu bükük, yüz otuz yıllık geçmişli, Onur Şenli'nin deyişiyle “Umutların meze yapılıp içildiği” Agora Meyhanesi"nde buluşalım, şiire bulanan düşlemlerimizi orada konuşalım, tartışalım, olur mu? Ahmet TÜRKAY

Bakmadan Geçme