Şakiroğlu'nun İneği

* - Anladım, canım, niye geldiğinizi! Allah'ın izni, peygamberin kavliyle olur inşallah. Bir diyeceğimiz yok. Yeter ki, sevgi olsun arada. İki gönül bir olunca samanlık saray olurmuş. . . * Şakiroğlu, tuttu kafayı, galiba! Ne sayıklıyor böyle? Sonu sonunda bir inek bu! Allah'ın iznine, peygamberin kavline ne lüzum varmış? Dayım da hep dibi kuru içiyor. Yengemin son nasihati aklından çoktan fırlamış galiba.

Benim bir dayım var. Herkesin vardır dayısı tabii; ama benimkisi dayıların dayısı. Boyu alçacık, ufacık - tefeciktir; ama başardığı işler boyundan defalarca büyüktür.

O olmasaydı, ben sıra beklemeden ne apartımana yerleşebilir, ne de araba alabilirdim. Sağ olsun, var olsun dayım! Ama geçen gün ikimiz de topu atacaktık Şakiroğulları'nda. Canımızı zor kurtardık bir sözle. Aba dolabından geçirdiler ikimize de. Hep hastanelere düştük...

Ağrılar, sızılar içinde kıvranıyoruz. Doktorlar, hemşireler dört yanımızda beş dönüyor. Hastaneye düştüğümüzün üçüncü günü sargı bezleri arasından sağ gözümün kapağını güç belâ kaldırarak dayıma baktım. Zavallı, yüzü gözü sargılar içinde, tıpkı bir hokey kalecisini andırıyordu. Ben de öyleyimdir kuşkusuz.

Neyse, canımız gövdemizde ya, şükürler olsun! Bütün bu belâları başımıza sardıran Şakiroğlu oldu. Dövüldüğümüzün bir gün öncesi dayıma uğradım. Hayli zamandan beri görüşmemiştik zaten. Neyse, “Selâmün aleyküm, aleyküm selâm,” dayandım dayımın kapısına. İçeri girince dayım hemen kurdu çilingir sofrasını. Rakılar, mezeler dayandı masaya. Asılmaya başladık erik suyundan dayımla.

Bir ara mutfaktan yengem seslendi.

- Bre, adam, işittin mi?

- Neyi işitelim, yani?

- Göklemezlerli Şakiroğlu ineğini satarmış. Ve hem de ikinci buzağısındaymış, ve hem de çok sütlüymüş, ve hem de çok cinsmiş. . .

- Eee?

- Eeesi, mesi, gidip bir pazarlık yapsan!

İneksiz köy evi, susuz değirmene benzermiş, biliyorsun. Dayım biraz düşündükten sonra sordu?

- Canım, hatun, sen gözünle gördün mü?

- Görmedim; ama sen gidip görür, orasını burasını yoklarsın hayvanın ve ona göre pazarlık yaparsın.

Üç beş dakika bir suskunluktan sonra yengem mutfaktan yanımıza gelerek mezeyi yenilerken yavaşça mırıldandı:

- Hem biliyor musun ki, bize olduktan sonra Şakiroğlu belki daha ucuza verir.

- Niçin ucuza verecekmiş? Biz Şakiroğlu'nun nesi oluyoruz ki?

O Şakiroğlu, biz Seferoğlu. . .

- Holan adam, senin haberin yok mu? Etraf çalkalanıyor. Şakiroğlu'nun kızıyla bizim oğlan gezerlermiş. . .

Yedik içtik ve ertesi gün akşamüstü Şakiroğulları'na inek pazarlığına gitme şartıyla ayrıldım dayımlardan. Bizim geleceğimizi nereden bilirlermiş bilmem, Şakiroğlu denilen adamla karısı bizi daha avlu kapısında karşıladılar. İkisinin de yüzleri güleç, gözleri pırıl pırıl yanıyordu.

Şakiroğlu dedikleri, orta boylu, üç kanatlı gardırop gibi geniş ve kalınca bir adam. Hani şöyle diklemesine birkaç kısma yarsan herifi, dayım gibi üç dört adam çıkarırsın. Karısı ise, sanki inadına, çamaşır gibi bir şey. . .

Neyse, selâm-sabahtan sonra genişçe bir odaya davet edildik. Biraz sonra kahveler dayandı önümüze. Höpürdete höpürdete içiyoruz. Dayımla Şakiroğlu havadan-sudan atıp tutuyorlar. Konuşma arasında ev sahibi manalı manalı dayımın gözlerine bakıyor. Dayımın bakışları ilgisiz gibi. Bir ara Şakiroğlu dışarı çıkıyor. Dayım, fırsattan istifade, bana akıl danışıyor.

- Gülüm, nasıl girelim konuya şimdi? Çok iyi karşılandık. İneği bedava verecekler gibime geliyor.

- Canım dayı, dersin ki böyle böyle. . . Biz bunun için geldik. Şöyle böyle,

dersin. . .

Ev sahibi döndü geldi. Elinde bir şise üzüm suyu. Bıyık altından gülümseyerek:

- Herhalde kullanırsınız, dedi.

Dayım bana, ben dayıma bakıştık. Nezaket icabı “Yahu, lüzum değildi, canım, zahmet etmeyin” gibilerden. Söylensek te, küçük dilimizden berisi konuşuyordu. Kadehler doldu. Biraz sonra bir tabak da ciğer kavurması dayandı. Biraz da fındık fıstık kondu ortaya. Nasıl içmezsin be! Birer ikişer asılıyoruz.

Şakiroğlu'nun üç kardeşi daha varmış. Biraz sonra onların da geleceğini söyledi. Bir ara dayım yapmacıktan bir öksürük atarak, konuya girmeye çalıştı.

- Yani Şakiroğlu, şey. . . biz, yani. . . bir sözle, müşteriyiz.

Ev sahibi gülümseyerek tamamladı.

- Anladım, canım, niye geldiğinizi! Allah'ın izni, peygamberin kavliyle olur inşallah. Bir diyeceğimiz yok. Yeter ki, sevgi olsun arada. İki gönül bir olunca samanlık saray olurmuş. . .

Şakiroğlu, tuttu kafayı, galiba! Ne sayıklıyor böyle? Sonu sonunda bir inek bu! Allah'ın iznine, peygamberin kavline ne lüzum varmış? Dayım da hep dibi kuru içiyor. Yengemin son nasihati aklından çoktan fırlamış galiba. Aklı Şakiroğlu'nun son dediğine, yani: “Samanlık saray olur”a takılmış olacak ki:

- Canım, Şakiroğlu, dedi, samanlık da var, saman da var, ot da var. Aç koymayız biz onu!. . .

Dayımın bu sözleri karşısında ev sahibi biraz semelenir gibi oldu. Sonra kadehini kaldırarak:

- Hadi şerefe, dedi.

Her şey bol şimdiki zamanda. . . Bir iki dakika suskunluk çöktü ortaya. Dayım bozdu sessizliği:

- Yahu Şakiroğlu, pazarlığa girişmezden önce malı bir görsek!

Ev sahibinin gözleri şaşal şaşal bakmaya başladı dayıma. Parça buçuk kelimeler çıkıyordu ağzından.

- Yahu, şey. . . nasıl şeymiş o? Yani. . .

Dayım dayattı:

- Şeyi meyi bırak, Şakiroğlu! Ben alacağım malın orasını burasını yoklamadan pazarlığa girişmem!

Şakiroğlu'nun yüzü kızıl-bozul oldu. Nereye baktığı belli değildi gayrı. Kalktı, dışarı çıktı. Dayımla ikimiz bakıştık kaldık birbirimize.

Ben:

- Dayım, dedim, ne oluyor? Bu herif aklını oynattı galiba.

Dayım bana bir şeyler söyleyecekti ki, herif döndü, oturdu yerine.

- Beri bak, Şakiroğlu, dedi dayım, eğri oturalım doğru konuşalım. Madem öyle, ortaya bir fiyat koy bakalım!

Şakiroğlu kadehini dibi kuru ettikten sonra:

- Yahu, dedi, bende ileri geri yok! İki kağıt isterim, ne fazla ne eksik!

Bu sefer dayımın gözleri şaşal şaşal bakmaya başladı:

- Ne kağıdı, be Şakiroğlu, iskambil kağıdı mı?

Alaylı alaylı gülerek cevap verdi ev sahibi:

- Ne iskambil kağıdı sayıklıyorsun, be Seferoğlu? Yani iki bin leva, anladın mı?

Sıkıntılı olacak ki, gene çıktı dışarı. Söz bende. Dayım dut yutmuş bülbül gibi susuyor.

- Dayı be, bu herif bize fil mi satıyor? Etsin etsin beş yüz; bilemedin, altı yüz; daha bilemedin, yedi yüz ve en nihayet sekiz yüz. . .

Gene döndü Şakiroğlu ve oturdu yerine.

Dayım bastı soruyu:

- A be, Şakiroğlu, kaç doğum yaptı şimdiye dek seninkisi? Sütlü mü yani, çok mu sütlü? Ben iki sene öncesi büyük çocuğa alıverdim bir tane. İrice, etli butlu bir şey, bütün köyü idare ediyor, maşallah!

Şakiroğlu şaş-beş oldu gayrı. Dişlerinin arasından belli belirsiz bir şeyler mırıldadıktan sonra öfkeli öfkeli:

- Beri bak Seferoğlu, dedi, beni dinden imandan çıkarma! Namusum üstüne kan dökerim. Hiç misafirsin demem, bak ha?

Yahu, bu herif ne biçim tip be? Şakiroğlu pencereye baktı. Kardeşleri geliyordu aşağıdan. Çakır keyifli idiler. Yüzleri güleçti. Ev sahibi karşılamaya çıktı kardeşlerini. Dış kapıda bir-iki dakika konuştular. Şakiroğlu kardeşlerine ne dedi dedi, içeri girdiklerinde gözlerinde şimşekler çakıyor, suratlarında simsiyah dolu bulutlar gelip geçiyordu. Küfreder gibi bizimle hoş-beş ettiler. Anladım ki, iş sarpa sarıyordu. Dayımın kabasına bir çimdik attıktan sonra göz ucuyla “gidelim” işareti verdim. Dayım da gözleriyle bana “rahat ol” işareti verdi. Neyse, kadehler doldu boşaldı.

Odaya bir mezar sessizliği çöktü. Ev sahibi bozdu sükuneti. Bize dönerek:

- Bir şey diyeceğiniz var mı, diye bir nara attı ortaya.

Dayım kelleyi tutmuş olacak ki, ayağa kalktı ve göğüslerini avuçlarına alarak:

- Yani müşteri gibi sorayım, dedi. Siz buna iki kağıt isteyince, kaç memesi var şunun be? Bu soru karşısında Şakiroğulları'nda bir kıpırdama, bir gerilme oldu.

Bir ara dayım bir soru daha savurdu ortaya:

- Boğaya mı tutuyorsunuz, yoksa suni dölleştirme mi yapıyorsunuz?

Derken ortalık karıştı. Şakiroğulları'yla Seferoğulları birbirimize girdik. Biri cop gibi bir şeyle yedi delikli tokmağımın dik ortasına bir vurdu ki, beni boydan boya iki eşit kısma böldü sandım. Ne yaparsın, kendi evinde duvarlar bile yardım edermiş adama. Zaten de bizden kalaba ve de güçlü herifler. Biz fazla saldıramıyoruz.

Yabani köpeğin kuyruğu apış arasında dururmuş. Bizi yere yatırıp harman dövdüler üstümüzde. Dayımla yirmi dört saat komada kaldıktan sonra geldik kendimize.

Bir zaman sonra Şakiroğulları'nın ayakları suya ermiş olacak ki, hastaneye bizi görmeye geldiler. Özür üstüne özür diliyorlar herifler. “Aman biz ettik, siz etmeyin,, hata bizde. İsterseniz ineği bedava alın götürün, sadece mahkemeye varmasın iş”. . .

Faik İsmail ARDA,

Eğridere

Bakmadan Geçme