O BİR KAYIN AĞACIYDI
Kayın ağacı gözlerini açtı, adamı yavru meralin başında gördü. Onun başını kucağına almış, boyuna doğa ananın büyük bir özveriyle sürmelediği gözlerini öpüyordu. Sesini duyamıyordu ama kayın ağacı affetmesi için can çekişen yavru merale yalvardığını adı gibi biliyordu 'Şu insanoğlunun hangi yüzüne inanayım ben?' dedi kayın ağacı ve sallanmadan, dimdik durarak, saygı duruşuna geçti.
O BİR KAYIN AĞACIYDI
(Öykü)
Yakası kalkık kabanının omzundan gözüken şey canını boğazına getirdi. Bir anda poyrazın iliklerine işleyen soğuğunu unuttu. Adam yaklaştıkça soluğunu kesenin balta değil, tüfek olduğunu gördü. Korkusu yatışıp gönlü genişleyince rahat bir nefes aldı. İşte tam bu sırada poyraz acımasızca açıkta kalan köklerine saldırdı. Kendini sıktı; soğuğu düşünmemeye çalıştı, donmaktan kurtulmayı denedi. Bugünlerde sıkça uyguladığı bu yöntem şimdi de işe yaradı. Kışa dayanıklı gövdesi azıcık ılıklaştı. Ne var ki bu dayanıklılığın çok sürmeyeceğini biliyordu. Çünkü gökyüzünde bulutların parçalanışını görmüştü; gece ayaza çekecek, toprak donacaktı. Aslında daha şimdiden sertleşmeye başlamıştı bile.
Adamın sırtındaki tüfek yüreğini titretti. Kuşkunun musallat köstebeği gönlünün yumuşak, ipeksi toprağını dürtükledi. Ona bildik, tanıdık gibi gelen, hiç yabancı gelmeyen bu adamın, ağzından ölüm kusan bir aletle ilgisini anlayamadı. Karamsarlığının dümdüz ovasında hızını alamamış bir düşünce, büğelek tutmuş gibi çılgınca koştu. Karşıki Çiğdemli Tepesi ardında barınan geyikleri ansıdı, kuşkusu daha arttı. Silah, ne yaparsa yapsın, güzelliği sonsuza taşıma çabasındaki bir adamın ellerine yakışmıyordu. Yoksa o da artık güzelliğe düşman mı kesilmişti?
Yanına gelince, benzettiği o adamın ta kendisi olduğunu gördü.
Adam tüfeğini omzundan indirdi. Dipçiğini yere dayadı. Gözlerini kıstı; yarısı sise gömülü, Çiğdemli Tepesine dikti. Doğrusu, onun bakışını hiç beğenmedi. Sert, soğuk, buz gibiydi. Devinimsiz, çelik bir parıltı, düşüncelerini allak bullak etti. O bakış, tıpkı öldürmeye gidenlerin taş yürekli bakışıydı. Adam önünü ona döndü. O çelik parıltı, gövdesine sürünerek dallarına, oradan da tepesine çıktı. Onu poyrazın soğuğundan daha çok üşüttü. Oysa geçen bahar başlarında, aha, işte oracıkta, kardeleni okşarken ne kadar yumuşak, sıcacık bakıyordu! Bir anda poyrazı, silahı, Çiğdemli'nin arkasında geyikleri unuttu. İyimserlik ampullerinin aydınlattığı gönlünde mutluluk gibi bembeyaz kardelenler açtı.
/Çiçeğin başına çömeldi. Onun alaysı, daha çok suçlayıcı, gülümsemesini bakışı ile okşadı. Sonra da: “Bağışla beni kardelenim, bağışla!” diye yalvardı. Çünkü ergenliğinin başlarında buradan derdiği demet demet kardelenleri köyünün çıtı pıtı, şımarık kızlarına dağıtışını anımsamıştı. “Allah'ım!” dedi yerinmenin çoğalan acısına ezilerek. “Bunca kardelene nasıl kıyabildim, Allah'ım !” Çiçek sanki onun yaşadıklarını anladı, gizemli, ışıl ışıl gülümsedi. Bir ara onu bağışlarcasına usulcacık başını bile salladı. Rüzgarın uğultusundan başka bir kımıltının duyulmadığı dağın eteğinde, çiçeğin sessiz kahkahaları adamın kulaklarında yankılanır gibiydi./
Kayın ağacı, adamın çiçeğin büyüleyen görkeminden epey etkilendiğini görmüştü. Kimi, Kâbe'yi tavaf eder gibi kendini vererek yöresinde dönüyor, kimi de aynı duyarlılıkla dalgın dalgın, çiçeğin öteki çiçeklerden ayrılan bir yanı varmış gibi ona bakıyordu. Oysa kardelen, olağan bir çiçek özelliğinden başka bir değer taşımıyordu. Onun da öteki çiçekler gibi toprağın şaşırtıcı becerisinin yarattığı, katışıksız bir beyazlığı vardı. Belki taçlarının açılmamış olması, kardelen biçimini daha alamaması, karlara, yağmurlara, rüzgârlara meydan okuması bu kadar onun ilgisini çekmişti.
/İçgüdü ve dürtüsü adama ayrılık saatinin geldiğini fısıldadı. Duygu ve düşüncelerinde özel bir yeri olan kardeleni dağ başında bir başına bırakacağı tasası usulcacık ruhunu kemirdi. O gider gitmez, güzelliği kıskanan, çekemeyen katı yürekli biri gelip onu koparacağı kaygısını yaşadı. Gönlünün ormanına insanlara güvenememenin kuşkusu sağanak gibi yağdı. Gözlerine çarpan irili ufaklı taş parçalarını getirip, kardelenin etrafını “duvarla” çevirdi; böylece onu acımasızların kötü bakışlarından korumuş oldu./
Adam silahını, sırt çantasını yere bıraktı. Başını ağacın köklerine çevirdi. Eğildi, dikkatlice onları inceledi. Gözlerindeki o çelik parıltı usulcacık dağıldı. Duyguları bir çiçeğe kıyamayacak denli inceldi. Bakışı ağacın köklerinde, kısa bir an öyle kalakaldı. Bu devinimsiz duruşuyla bir şeyler düşündüğünü ya da kurduğunu anıştırır gibiydi. Dar alanlı alnını kırıştırdı, derin bir soluk aldı. Bilincinde uyuşukluğu belirgin bir düşünce ona tetik üstünde bekleyen, eğreti bir duyarlılık getirdi. Çevresine bakındı. Az ileride, iki yanı yer yer erimemiş karlarla kaplı hendeği gördü. Usunun yöneltimini beklemeyen ayakları onu oraya götürdü. Bıçağı ile hızlı hızlı hendeğin yamacını kazdı. Büyükçe bir yığın birikince, kara çizgili, koyu gri kasketine toprağı doldurdu. Sellerin açıkta bıraktığı ağacın köklerine götürüp döktü. Yararlı bir iş yapmanın huzuruyla toprağı taşıdı. Ağacın artık donmayacağına kanaat getirerek, toprağı çiğnedi. İçinde ılıkça bahar yelleri esti. Tam bu sırada kardeleni okşadığı o günkü gibi içselleşerek duygusallaştı. Hoşnutluk dolu parıltılı bakışıyla ağacın gövdesini okşadı. Nereden geldiğini anlayamadığı bir duygu adama elini silaha götürttü. Onu koltuğuna alarak, Çiğdemli Tepesinin ayağını uzattığı dereye yollandı.
Kayın ağacı, doruğu sisli, ulaşılmaz gibi görünen Çiğdemli Tepesinde barınan geyiklerin ince, nazik boyunlarına, pırıl pırıl yanan koyu sarı tüylerine, değme yosmalarınınki kadar nazlı yürüyüşlerine bayılırdı. Hele o yavru meral, ormanların, dağların bir yabanıl kraliçesiydi. Gözleri sürmeli, bakışı bayıltıcı, boynu kadınsı. Geyiklerin önünde gider, sıraladığı yaramazlıklara her gün bir yenisini eklerdi. Durmaksızın zıplar, koşar, yorulmak nedir bilmezdi. Yaşlı geyikler onu pek severlerdi. Kimisi sırtını, sağrısını, kimisi de boynunu nazikçe yalardı.
Yaşamda kötülük de olduğunu bilmediklerinden, dağın huzurlu güvencesinde ağır ağır dereye iniyorlardı. İnsanları çok seyrek görürlerdi ama acımasız, kıyıcı olduklarını öğrenmişlerdi. O yüzden onlara hiç görünmemeye çalışırlardı. Felaketin çok yakınlarında olduğundan habersizdiler. Yavru meral oyunlarına dalmış, yine bütün haşarılıklarını sıralıyordu.
Adam geyikleri görünce irkildi. Kendini yeşil yosunlu, ıslak bir kayanın ardına attı. Tüfeğini kaldırdı. Geyiklerin yaklaşmalarını bekledi. Uzunca bir süre, içinde ayaklanmış, karışık duyguları dinledi. Anlaşılmayan bir dizi bulanık düşünce usundan gelip geçti. Geyikler dereye yaklaşınca, hem karmaşık duyguların başkaldırısı, hem de başıboş, amaçsız düşüncelerin ardışık geçişleri kesildi. Yavru meralın çekici alımlılığı gözlerini kamaştırıyor, başını döndürüyordu. Gözleri önündeki bu vahşi güzellikten etkilenmiş, şaşırmıştı. Birden, damlayıveren bir değişikliğin kıyıcı duyguları elinde buldu kendini. Ne yaptığının ayırdına varmadan silahını yavru merale doğrulttu. İmparmağının tetiğe gitmemesi için sıradışı bir direniş gösterdi. Durgun, kımıltısız, bilinci bomboş, yavrucağa uzun uzun baktı. Boynuzları inadına çatal bir geyik durdu. Havayı kokladı. Ne yazık, tehlikeyi sezemedi.
Gözleriyle görmesine karşın, kayın ağacı ölümü geyiklere bildiremedi. Çünkü gönül borcu vicdanını her yönden sarmıştı. Meralleri çok seviyordu ya onu donmaktan kurtaran adama da nankörlük etmek istemiyordu. Bir dağ ürünü olması ona dağ kuralları ve yasalarını çiğnetmedi. Duyguları düşüncelerine üstün gelerek sesini alabildiğine açmak: “Hey, geyik kardeşler, geri dönün, pusu var, pusu!” diye bağırmak istedi. Bir kayın ağacı olduğunu, sesinin olmadığını unutmuştu. Poyrazın şiddetine kendini bıraktı; olağandan çok sallanarak rüzgârın sesini artırmaya, pusuyu geyiklere bildirmeye çalıştı. Ne yazık, çatal boynuzlu geyik bunu anlamadı. Geyik topluluğunu arkasından çekerek dereye inişi sürdürdü. Kayın ağacı: “Allah bana neden ses vermedi ki? Yavru merale yazık, çok yazık!” dedi. Öldürmeyi görmemek için gözlerini kapadı.
Kişiliğinin dışından gelen kıyıcı duygu adamı rahatına bırakmadı. “Yavru merali öldürecektin, öldürmeye gelmiştin hani?” dedi. Ardından o bitirici komutunu verdi: “Çek tetiği! Öldür onu haydi, öldür!” Zalim duygu kılıcını çekti; sevginin kutsadığı, acımaya eğilimli bütün duygularının kellelerini uçurdu. Adam, kendini dinleten o komuta uydu. Sağ elinin işaretparmağı hafifçe oynadı. Silah sesi tepeden tepeye yankılanarak, dağın sessizliğini yırttı. Yavru meral acı acı bağırdı. Ayakları dolaştı, taşa çarpmış gibi tökezledi. Sonra bayırdan aşağı yuvarlandı. Kayın ağacının tek belirtisini duymadığı yaşam sanki durdu. Poyraz iki keskin ıslık çaldı. Dağ derin acılar içinde kıvranıyor, ofluyor, uğunuyordu. Kısa bir süre sonra dağla beraber doğada ne varsa her şey sustu; uzunca süren bir yasa girdi.
Kayın ağacı gözlerini açtı, adamı yavru meralin başında gördü. Onun başını kucağına almış, boyuna doğa ananın büyük bir özveriyle sürmelediği gözlerini öpüyordu. Sesini duyamıyordu ama kayın ağacı affetmesi için can çekişen yavru merale yalvardığını adı gibi biliyordu
“Şu insanoğlunun hangi yüzüne inanayım ben?” dedi kayın ağacı ve sallanmadan, dimdik durarak, saygı duruşuna geçti.
Ahmet TÜRKAY