*** On beş yaşında iken benim elime bir sepet tutuşturdu ve köylerden yumurta toplamaya gönderdi. Böylece ticaret hayatıma başlamış oldum. 1944 yıllarında, haftada bir gün, patika yollardan yürüyerek tek başıma Kırcaali'ye yumurta satmaya giderdim. Arda'nın üzerindeki asma köprüden geçip Alman 'Gorubso' fabrikasının kapısının önünde kısa sürede yumurtalarımı işçilere satardım. Daha sonraki yıllarda, Hasköy ve Kayacık pazarlarından ikinci el giysi alıp, Deliorman köylerini dolaşıp seyyar satıcılık yaptım...
PAYLAŞ
Arabamı Eski Cami'nin altındaki park yerine bıraktım ve karşımdaki Açıkgöz Hotel'e girdim. Resepsiyonda işim bitince, lobide gazetelere bir göz atmak istedim.
Bir koltukta seksen yaşlarında, orta boylu, iyi giyimli bir beyefendi kahvesini yudumlayarak gazetelere dalmış oturuyordu. Selam verip ben de yanındaki koltuğa oturdum ve ona "Afiyet olsun!" dedim.
Kahvelerimizi yudumlarken, havadan sudan bahsederken, sonradan adının Şaban olduğunu öğrendiğim amca ile koyu bir sohbete daldık. Edirne'ye işlerimi halletmeye geldiğimi anlattım, karşımda oturan bu sevimli amcaya.
"Siz, zorunlu göçle gelen soydaşlardan mısınız?" diye bana sordu. Sonra memleketimi, köyümü ve mahallemi de sorunca, ben acaba akraba mı çıkıyoruz diye düşünmeye başladım.
“Bizim Hambarcılar köyünden güneye doğru bakılınca Bezirgânlar, yani Sırt mahalle, köy odası, Sadullah amcanın evi ve önündeki koca dut, Ali Çavuş'un evi vs. çok net görünür. Ama etraftaki köyleri ve mahalleleri de, evleri de çok iyi bilirim, çünkü dere tepe demeden köyleri gezip, kapı kapı yumurta toplardım. Kim bilir sizin koca dutun altındaki yoldan kaç defa gelip geçtim. Mahallenizde meyve ağaçları çoktu, Hambarcılar deresinde ise Bezirgânlar'a ait su değirmeni vardı” dedi ve devam etti;
“İzzet babam incik boncuk satardı. On beş yaşında iken benim elime bir sepet tutuşturdu ve köylerden yumurta toplamaya gönderdi. Böylece ticaret hayatıma başlamış oldum. 1944 yıllarında, haftada bir gün, patika yollardan yürüyerek tek başıma Kırcaali'ye yumurta satmaya giderdim. Arda'nın üzerindeki asma köprüden geçip Alman "Gorubso" fabrikasının kapısının önünde kısa sürede yumurtalarımı işçilere satardım. Daha sonraki yıllarda, Hasköy ve Kayacık pazarlarından ikinci el giysi alıp, Deliorman köylerini dolaşıp seyyar satıcılık yaptım”.
Şaban Amca, kısık sesiyle, bana kısaca hayat hikâyesini anlatmaya devam etti;
“Babamlar, aslen Alfatlı (Lenişte) köyünün Hacıköy mahallesinden, beş kardeşli bir aileden. Üç erkek kardeş, Hambarcılar köyünden üç kız kardeşe evlenmişler. Ben beş yaşında iken babamlar Hacıköy'den Hambarcılar'a, Bağlıkbaşı mevkiindeki annemin evine taşınmışlar, tarla ve bahçemiz çokmuş.
O zamanlar köyümüz takriben kırk hanelikmiş. Beni ilkokul öğrencisiyken eski okulda üç yıl boyunca Bezirgân köyünden Abdiş Muallim okuttu. Çocukluk dönemim İkinci Dünya Harbi yıllarına rastladı. O zamanlar yöremizde çok fakirlik ve yoksulluk vardı. Genelde geçim kaynağımız hayvancılık ve tarımdı. Ben ticaretten kazandığım parayla, kendi düğünümü yaptım. Softalar köyünden Münevver Hanımla evlendim. Kaynımın bir tanesi ise o zamanlar Yunanistan'a kaçmış ve oradan da Türkiye'ye geçmişti.
1945-50 yıllarında, Hambarcılar köyü, Küçük Viran (Mişevsko) beldesine bağlıydı. Ben birçok kez meşhur Dam Dere köprüsünden geçip Softalar'a ve Küçük Viran'a gittim. Alfatlı' ya da çok gittim, Karakaşlar mahallesinden İbrahim Çavuş'u da bilirim. O zamanlar köylerde yumurta toplayanlara “kupçuk,” yani seyyar satıcı derlerdi...
1950 yılı, Kasım ayında, kendi imkânlarımla vize alıp, bir yıllık evli, yirmi bir yaşımda Türkiye'ye göç ettim. Bulgar hükümeti, göç edenlerden çok yüksek vergiler alırdı. Neyse, Edirne'ye yerleştim, üç çocuğumuz oldu.
1965 yılında, şehrin içinde bir dükkân açtım. On yedi yıl sonra doğduğum ve büyüdüğüm memleketi yeniden ziyaret ettim. Hambarcılar camisinde kıldığımız Cuma namazından sonra, bazı eski komşularım beni tanıyamadı, aslında ben de bazılarını çıkartamadım, herkes çok değişmişti. Köyümüzün bütün mahallelerini ve Gabaağaç köyünü dolaştım, özlemiştim bu diyarı.
İkinci kez, 1974 yılında, büyük oğlum ile beraber gelip tekrar dolaştık köylerimizi ama bu sefer büyük hayal kırıklığına uğradık. Camimizi yıkık dökük halde bulduk, içini defineciler kazmışlardı. Köy okulu kapanınca bir hayalet gibi kalmış. Komşuların bazıları köyü terk edip başka yerlere göç etmişlerdi…
Çocuklarımı üniversitede okuturken bayağı maddi sıkıntılar çektim ama sonunda buna değmiş oldu. Allah'ıma şükürler olsun! Daha sonraki yıllarda hep beraber şehir merkezinde bu hoteli ve inşaat malzemeleri satan bir dükkân açtık.
Eğer, oralarda kalmış olsaydık, oğlum cahil kalırdı ve hiçbir şeyimiz olmazdı. Eskiden bizim memlekette sadece acı katranlı tütün ve fakirlik vardı.
Sevgili kardeşim, senin de Ana vatana gelmen çok iyi olmuş. Hayırlısı olsun!”
Şaban amca, kendine has örneklerle, 1950 yılından beri Türkiye'nin nasıl hızlı geliştiğini de anlattı bana. Göçmenliğimize ışık tutan, bu sohbeti sizlerle de paylaşmak istedim.