KÖYLERİMİZİN BEREKETİ KAÇTI

Bu sabah yine köyüme gittim. Haftada bir baba ocağımı gezip dolaşırım. Ev boş ama hatıralarla dopdolu. Aslında köyüme varınca, kafamda eski tarihimizin varlığı canlanır. Osmanlının son yıllarını ve sonrasını yeniden yaşarım. Bütün geçen dramatik yıllar gözlerimin önünde süzülür, tek tek.

KÖYLERİMİZİN BEREKETİ KAÇTI Bu sabah yine köyüme gittim. Haftada bir baba ocağımı gezip dolaşırım. Ev boş ama hatıralarla dopdolu. Aslında köyüme varınca, kafamda eski tarihimizin varlığı canlanır. Osmanlının son yıllarını ve sonrasını yeniden yaşarım. Bütün geçen dramatik yıllar gözlerimin önünde süzülür, tek tek. Benim çocukluğumda her şey çok farklıydı. Köylüler, hele yaşlılarımız tarih ve mertlik kokuyorlardı. "Eski toprak" insanlarımız bambaşkaydı. Bu eski tarihimize kokan ve onu bilen aksakallılarımızın kenar bir köşesinde benim de yerim vardı. Gündüzleri köy yerindekilerin meşguliyeti vardı ama güneş dağ başına sığınınca, birkaç bastonlu büyüğümüz dedeme sohbete gelirlerdi ve gece yarılarına kadar süren doyumsuz bir muhabbet, leblebi kahvesi eşliğinde, alıp başını gidiyordu. Bu işte her zaman benim de bir avantam olurdu. Büyük cezvenin dibindeki telveyi yeniden suyla kaynatıp, afiyetle içerdim. Gece yarısı olmadan ben köşemde uyuyakalırken, dinlediklerimi de tatlı rüyalarımda canlandırıyordum… İşte bu tür sohbetler eşliğinde yetiştim ben. Beni ben yapan ve diri tutan muhabbetlerdi bunlar. Yaşım ilerledikçe, köyümüzün aksakallılarıyla konuşmaya başladım. Hepsi dedemin yaşıtıydı. Koskoca, yüzleri buruş buruş, sakalları tütün kokan adamlardı. Elleri kürek gibi, yürekleri mertlik ve dürüstlük dolu, bambaşka bir güzellikte ve unutulmaz insanlardı... Nenem, kolaydı. Gel gızanım, dediğinde yandın demekti, şunu ye bakalım, bundan kalmasın derken, işkembe şişince, canlı bomba olurdun... Gene dedelerimize döneyim. Bunların hepsi birer antikaydı. Murat dedemin yaşını kimse bilmezdi. Zaten herkesle dertleşmezdi, ortalıkta eski Osmanlı dönemi elbiseleriyle dolaşırdı. Kırmızı renkli bel kuşağından tütün tabakasını çıkarıp, kafla cigarasını tutuştururdu. Bende o anlarda koynuna sokulup, onu dinlemeye koyulurdum. Eski Bulgarya için katıldığı savaşlardan dem vurup dururdu. Bir de madalyasını gösteriyordu bana. Bu sohbetlerini devamı gelsin diye, dedemi bir hayli beklemek zorunda kalıyordum, çünkü o zamanının çoğunu namaz kılarak geçiriyordu. Aslında onun bütün yaşıtları namazında ve niyazında olan dağlılardı. O zamanlar bizim buralarda ekilmedik bir karış tarla veya bahçe yoktu. Bereket başkaydı. Yazın iş çoktu, sabahın köründe kalkıp, tütün tarlasına gidenler vardı, akşam güneş batana kadar hep koşturmaca... O zamanlar paranın pek önemi yoktu sanırım, zaten herkes kıl kanaat geçiniyordu. Eski komşuların yüz hatlarını ben hala tek tek hatırlarım. Hepsinin gözleri sanki sımsıcak nur saçıyordu. Köyümüzde alkolü bilen ve kullanan yoktu ama dedelerimiz aradan kaybolmaya başladığında, buna da alışanlar oldu ve yavaş yavaş köylerimizin bereketi kaçtı. Böylece, mutluluklar, huzur ve en önemlisi namaz bile terkedilmiş bu köy evlerinin bir köşesinde unutuldular... Zafer ERTÜRK

Bakmadan Geçme