*** Kaynanamın kucağına vermişler kızanı. Kundak zıbın, biraz bez yanımda getirmiştim. Hazırlıklıydım ama kızanı yıkayacak su yok. Kadınlar dışarıdaki erkeklere yalvarmışlar, bahçedeki çeşmeden bir bakır su getirdiler de yıkadık uşacığımı. Babasının adını koyalım dedik. Ebe, Üsmen deyip kesmiş göbeciğini. Sonra kaynanam istemedi. Kendi babasının adını koydu. Meemet dedik kızanıma. Allah'a şükür, yaşadı kızancığım. Ama bez yıkayacak yer yok, su yok, sabun yok. Üstümüzde başımızda ne varsa yırtıp yırtıp kızanlarımıza bez yapardık. En kötüsü de hepimiz bitlenmiştik. O küçücük kırkı çıkmamış kızanımın kaşlarında bile bitler gezerdi. İki haftalık lohusayken karantinamız bitti de şavıklı ( ışıklı ) dünyaya çıktık.
PAYLAŞ
Gelsin bakalım küçük hikayemiz. Bu günün hikayesi aslında tüm mübadillerin hikayesidir. Karantinanın ne demek olduğunu en iyi onlar bilir. Benim çocukluğumda ve gençliğimde hala hayatta olan o nesilden eminim hepimiz dinlediği nice yaşanmış hikayeler vardır.
Saliya, "aslı Saliha," abu oyalı çemberini kulaklarının arkasından geçirip, sıkıca başını bir daha bağladı. Akşam namazını yeni kılmış, teşbihini çekmiş ve gürül gürül yanan peçkanın yanındaki pöstekinin üstüne bağdaş kurup oturmuştu. Aynı avlu içinde oturan hısım akraba gene onlarda toplanıyorlardı. Gelini peçkanın davuluna ( fırına ) koca bir tepsi patates atmış, geceden küllü suyla ıslattığı mısırları kazanda kaynatıyordu. Onlar da kabuklarından çıkmış, yumuşacık pişmişti. Eltisi gelince de koca bakır kazanda kaçamak yapacaklar, bir kısmının üstüne acı biberli tereyağ, bir kısmına pekmez döküp yiyeceklerdi.
Çok geçmeden kapı çalındı. Misafirler birer ikişer gelip, kimi sedirlere kimi yerlerdeki minderlere oturmaya başladılar. Hüsniye gelinin küçük kızı pek güzel okuyordu. Saliya ninenin yanına sokuldu.
- Nine, biz bu gün mektepte sizin Mübadele zamanını okuduk. Öğretmen kim biliyor diye sorunca, ben hemen parmak kaldırdım. Sen nasıl anlattınsan aynılarını anlattım. Öğretmenimin çok hoşuna gitti. Ninene söyle aklına gelen başka şeyler varsa onları da anlatsın dedi.
Saliya nine, yerinde kıpırdanıp, anlatacağı şeyleri düşündü. Anlatıp, anlatmamak arasında düşünceleri gidip geliyordu. Sonunda anlatmaya karar verdi.
- Rahmetli dedeniz, Gümülcine civarında orduya asker toplayanlara katılıp gittiydi. Ben de yeni gelinim. Ama karnım burnumda. O halde haftalarca yolu nasıl geldim, çamurlardan bataklardan, derelerden dağlardan nasıl aştım, bu gün bile kendime şaşarım. Gençlik işte. Bir çift öküz arabamız vardı. O ne kadar alırsa, o kadarcık eşya yükledik. Yatak yorgan, biraz kap kacak, su bakırları, biraz da erzak vardı. Kaynanamı eşyaların arasına sıkıştırdık ama rahmetli dedenizle ben yayan yapıldak düştük yollara. Çok zaamet çektik gelene kadar.
Sonra dediler ki, işte sizin yeni vatanınız burası. Türkiye burası. Gümrük, ana baba günü gibi. İrezilliğin bini bir para. Ne su var ne ekmek. Devletin işinde acele olmaz. Bir hafta kadar da orada sıra bekledik. Tam sıramız geldi içeri girdik derken, bizi karantina denen bir yere kapattılar. O zamana kadar karantina ne duymuşluğumuz ne de görmüşlüğümüz var. Yeni devletimiz bizi içeri almadan önce, bir hastalığımız var mı diye 40 gün 40 gece burada tutacakmış. Emir karşısında boynumuz kıldan ince.
Kadınların olduğu 40 kişilik bir büyük, yüksek tavanlı yere kapattılar bizi. Kadınların hepsinin yanında kızancıkları var. Onlar da yollarda perişan olmuşlar. Kimi hasta, kimi iyice zayıflamış. Ağlayanlar kızanlardan, gecemiz gündüzümüze karışmış. Hepimizin dileği sağ sağlim buradan çıkmak. Ne yalan söyleyeyim, hayatımızda böyle binbir ayak bir yerde, mahşer gibi yerler görmemiştik. Yataklar öyle karyola falan değil. Yan yana dizilmiş yer yatakları. Yemek dağıtıyorlar ama karnı doyan olmuyor. Başında erkeği olanlar dışarıdan yiyecek getirtmeye uğraşıyorlar.
Ben ne halt edeyim? Kaynanam yaşlı ve hasta yerinden kalkamaz, benim karnım burnumda. Derken karantinanın tam yirmisekizinci gecesi, benim sancılarım tuttu. Ok gibi yerimden fırlamamla olduğum yere çökmem bir oldu. Aman o ne ağrı? Aman o ne kabir azabı öyle, neyse uzatmayayım benim bu kabir azabı gibi ağrılarım iki gün iki gece sürdü. Başka karantina koğuşunda bir ebe kadıncık varmış. Onu getirdiler de ters gelen bebeyi Allah'ın yardımı ile sağ sağlim alıverdi. Ama ben de bittim. Yıkıldım kaldım olduğum yere.
Kaynanamın kucağına vermişler kızanı. Kundak zıbın, biraz bez yanımda getirmiştim. Hazırlıklıydım ama kızanı yıkayacak su yok. Kadınlar dışarıdaki erkeklere yalvarmışlar, bahçedeki çeşmeden bir bakır su getirdiler de yıkadık uşacığımı. Babasının adını koyalım dedik. Ebe, Üsmen deyip kesmiş göbeciğini. Sonra kaynanam istemedi. Kendi babasının adını koydu. Meemet dedik kızanıma. Allah'a şükür, yaşadı kızancığım. Ama bez yıkayacak yer yok, su yok, sabun yok. Üstümüzde başımızda ne varsa yırtıp yırtıp kızanlarımıza bez yapardık. En kötüsü de hepimiz bitlenmiştik. O küçücük kırkı çıkmamış kızanımın kaşlarında bile bitler gezerdi. İki haftalık lohusayken karantinamız bitti de şavıklı ( ışıklı ) dünyaya çıktık.
Ah ah, Allah, bizim çektiklerimizi hiç bir insan soyuna çektirmesin! Memleketimizin kıymetini bilin...