KANDİLLERİ BEKLEYEN ÇOCUKLARDIK
Birincisi, iftar evlerde edilirdi hep, çadırlar hiç olmadı burada, hatta restoranlarda iftarlık yoktu eskiden. Son birkaç yıldır değişti her şey. Aynı camcı olayı gibi, önce kıralım sonra yapalım ve daha sonra övünelim 'biz yaptık' diye. Bazen öyle yabancı kalıyoruz ki kendimize, yüzyıllardır bu topraklarda yaşayan biz değilmişiz gibi hissettiğimiz oluyor. İftardan önce sokaklarda insanlar hep bir telaş içindeydi, anneler tedirgin, evde misafir varsa…
KANDİLLERİ BEKLEYEN ÇOCUKLARDIK
Bu yıl Ramazan ayına biraz yorgun, biraz üzgün, biraz da telaşlı girdik. Zaman hızlandı artık, geçen Ramazan ayıyla bu yılkinin arasında bir yıl yokmuş gibi geliyor. Artık dillere pelesenk olan “Nerede o eski Ramazanlar” cümlesini bile kuramıyoruz, eskide kaldığı gerçeğiyle barıştık sanki. İnsan yaş aldıkça ya eskiden nefret eder, ya da eskiyi özler. Bu doğal bir şey, iyi hatıralar varsa özlenir, kötülerden de ders çıkarılır ve sevilmezler. Hayat boyunca hep eskiyi özlerseniz sizden iyisi yoktur. İnsanın hayatı o hatıraların toplamı kadardır çünkü. Hayatın güzel ya da kötü olması da ne maddiyata bağlıdır ne zenginlikle ölçülür. Güzel hatıra biriktirenin güzel hayatı olur. Keza güzel insanlarla yaşayanlar da zengindir bu hayatta. Ne güzel bir duadır “Allah güzel insanlarla karşılaştırsın”.
Zorluklar olacak elbette, kolaylıklar da olacak, şükredeceğimiz o kadar çok şey var ki bu hayatta. Hep daha iyiyi isteyenler belki çok çalışıp, hırs yapıp onu elde edebilirler, ama bunun için uğraşırken zamanı hızlı harcarlar. Biraz daha iyi olsun derken de elindekinin de değerini anlayamazlar. İnsanlar “huzur yok” diyorlar ya hep, aslında “insan yok” demek gerekiyor, çünkü insanları kolay harcayan bir zamandayız. Toplumdan çok alan ama o topluma bir şey kazandırmaktan çekinen gruplar halinde yürüyoruz. Huzuru insan yapar, kendiliğinden “ben geldim” demez, beraber dayanışma içinde inşa edebileceğimiz bir huzur varken, herkesten bir tuğla çekip egonun inşasına başlıyoruz. Tepetaklak giden zamanın içinde huzuru yakalamak bu yüzden çok zor. Önce “insanlığımızı” yakalamamız gerek.
Ramazan ayı, insanlık ayı aslında. İngilizceye çevirdiğimizde adı “humanity” oluyor, ama Türkçedeki “insanlık” ile sanki birbirine denk değil gibi. Biri daha çok “yardımı” andırıyor, diğeri ise “insan hallerini”. Bu dünya öyle tuhaf ki, mesela savaşları hep “Müslümanlar” çıkarıyormuş gibi yansıtılıyor, Batı dünyası da hep “savaşları durdurmaya çalışan, barışçıl” gösteriliyor. Biz “insanlık” istiyoruz onlar da “humanitarian aid” yapmak istiyorlar.
Herkesin bildiği bir film var, rahmetli Kemal Sunal'ın oynadığı, adı “Garip”. Fatoş cam kırardı, ardından o yerden “camcı” geçerdi. Silah satmak için savaşlar çıkan bir zamanda yaşıyoruz daha nasıl anlatılabilir ki. Şu dönemde huzur da insan da bulmak gerçekten çok zor. Bu yüzden hatıralar daha çok dillere düşmeye başladı. Eski savaşlarda “insanlık” vardı, şimdikilerde o da bozuldu. “Nerede o eski savaşlar” bile dedirtiyor insana. Çocukların, bebeklerin, engellilerin, kadınların öldürüldüğü bir dünya. İşte bu şekilde girdik bu yıl Ramazan ayına.
Evet, hem insanlar hem savaşlar değişti. Bütün bunların içinde ise bizler hâlâ “Nerede o eski Ramazanlar” diyoruz, sanki tek suçlu Ramazan ayıymış gibi. İnsan örnek vermek için ister istemez yine hatıralara dönüyor; nasıldı, şimdi nasıl…
“Rumeli'de Ramazan ayı” dediğimizde aklıma şimdi bazı turizm acentelerinin reklam panoları geliyor: “Üsküp'te, Prizren'de ve Sarayevo'da üç iftar dört sahur, fiyatı bilmem ne kadar.” Hatta “Yeni Üsküplü” olan bazı insanlar da var. Mesela: “Üsküp'te en güzel boza bilmem nerede içilir”, “Trileçe mi dediniz, onu her usta yapamaz, falanca en iyi yapar”, “Türk çarşısı otantikliğiyle sizi bekliyor”, “Matka kanyonunu gezmek herkesin görevi”, “Vodno'ya çıkın Üsküp kanatlarınızın altında”.
Üsküp güzel mi hakikaten? Ambalajını övenler hiç açtı mı içini acaba, okuyabildi mi o ambalajındaki yan tesirleri? İstanbul'dan birine Üsküp'ün nesini övüyorsun! Üsküp neden güzel biliyor musunuz? Çarşısındaki kaldırımlarından mı, tarihi yapılarından mı; Türkiye'de yok mu hiç böylesi? Üsküp'ün Ramazan'da nesi güzel biliyor musun? Paçası mı, çarşısında yediğiniz iftarı mı, kebabı mı, yok mu bunların hiçbiri Türkiye'de? Hepsi var değil mi, hatta daha da güzeller. Evet anlıyorum, bu da bir ticaret, bu iş için para kazananlar var, karışamam, hakkım da değil. Ama o “ego” var ya, insana Rumeli'nin Fatihiymiş gibi hissettiriyor bazen demek.
Evet, eskiden de gelenler vardı, halkla buluşur, muhabbetlerden istifade eder, eski hikâyeleri dinlerlerdi. Dert dinlerlerdi, Üsküp'ü veya Rumeli'yi sokaklarda aramazlardı, dost olurlardı, senin üzerinden pay çıkarmazlardı kendilerine, sen kendini araştırma kobayı gibi hissetmezdin. Gelenlerde bile demek ki “eski” ve “yeni” varmış, insan onu anlıyor. Kraldan çok kralcılar ise her yerde…
Şimdi huzuru bulmak için ben de arada sırada o eski mahalleye gidiyorum, yine o tanıdığım taşlarla dertleştiğim oluyor. Çocuklar görüyorum, muhabbet ediyorum onlarla da, arada sırada gezmeye gidiyorum. Burada kadınlar toplanırlar, sabırlıktı, hayırlısıydı, bütün günlüğüneydi, kuşluktan sonralığınaydı, yaşlılar beyaz işlemeli namaz örtüleriyle eski bir “mesele” anlatmaya koyulduğunda can kulağıyla dinliyorum.
Rumeli'de gezdikleriniz ambalaj sadece, içine girmeden anlayamazsın. İşte bu yüzden Rumeli'de Ramazan dediğinizde onu farklı kılan ne önce onu düşünmek gerek. Tamamı olmasa da birkaç noktada açıklayayım tadımlık. Birincisi, iftar evlerde edilirdi hep, çadırlar hiç olmadı burada, hatta restoranlarda iftarlık yoktu eskiden. Son birkaç yıldır değişti her şey. Aynı camcı olayı gibi, önce kıralım sonra yapalım ve daha sonra övünelim “biz yaptık” diye. Bazen öyle yabancı kalıyoruz ki kendimize, yüzyıllardır bu topraklarda yaşayan biz değilmişiz gibi hissettiğimiz oluyor. İftardan önce sokaklarda insanlar hep bir telaş içindeydi, anneler tedirgin, evde misafir varsa… Çocuklar ayak altında dolanmamalıydı.
Bizler ne yapıyorduk peki? Telefon yok, bilgisayar yok, çizgi film yok. Ramazan manileri türetiyorduk kandilleri beklerken. Oruçluysak, yaşlı bir amca mutlaka satın almıştı onu, biraz iftardan sonrası için abur cubura kimse yok demezdi. Poşette çikolata, şeker ve kek, dillerde maniler, gözler de minaredeki kandillerdeydi hep. Hem biliyor musunuz eskiden “ezanlar” kısık sesliydi burada, yani hoparlör yoktu. Müezzin minareden okurdu ezanı. Sanırım 90'lı yılların ortalarına doğru hoparlörden okunmaya başlandı. Kandillerin dışında da mahyalı değildi minareler, mesela “Hoş geldin Ramazan” diye yazılar ancak Sultan Murad Camii ile Saat Kulesi arasında asılmaya başlandı son yıllarda. Bizim her hayalimiz “İstanbul'daki gibi…” cümlesiyle başlardı. Sofralarda dua ve bereket vardı. Güzel hatıraları olanlar onu yaşatmaya çalışır, insanı yaşatanlar da devletini yaşatır. Kültür, ibadet, kimlik, gelenek ancak insanla yaşar; Rumeli'de de insan yaşadı ki her şey uzun süre aynı kaldı, yani o eski devlet yaşadı. İnsanlar olmasaydı, ne minarede ezanlar ne de sofralarda iftarlar olurdu.
“İnsanı yaşat ki devlet yaşasın…” İşte buydu bizi ayakta tutan, vesellam…
Leyla Şerif EMİN