Terk edilmiş evler ve köyler içimde dayanılmaz bir acı yaratır. Hangi nedenler bir aileyi yuvasını terk etmeye iter? Boşalan evlere, köylere baktıkça hüzünlenirim. Yaşanan anıları, yaşayan kişileri, terk etmenin nedenlerini düşünüp dururum. Hâlbuki her evin ayrı bir hikâyesi vardır, her ev ayrı bir dünyadır. Dili olsa kim bilir neler anlatır bizlere. Kimler geldi geçti, neler yaşandı, tatlı ve acı anılar, çekilen sıkıntılar... Şimdi kimsesizliğe itilmiş, yapayalnız kalmış o güzelim Rodop evleri.
Bu evlerin sakinleri yüzyıllar önce bu ıssız topraklarla kucaklaştılar. Bir zamanlar kuş uçmaz, kervan geçmez bu diyarlara hayat verdiler. Geldikleri toprakların tarihini de buraya taşıdılar. Dağı, taşı, dereyi, tepeyi adlandırdılar, bu topraklara anlam verdiler. Bu toprakları sevdiler, sımsıkı sarıldılar, kaderlerini, geleceğini bu topraklara bağladılar, bu toprakları yurt edindiler. Coğrafyanın çetin şartlarına rağmen bu toprakları sevdiler. Tarlaları, çayırları, bağları, bahçeleri onlar için vatan demekti. Onları bu sevdikleri topraklardan kim koparabilirdi?
PAYLAŞ
DİNMEYEN ACI
Terk edilmiş evler ve köyler içimde dayanılmaz bir acı yaratır. Hangi nedenler bir aileyi yuvasını terk etmeye iter? Boşalan evlere, köylere baktıkça hüzünlenirim. Yaşanan anıları, yaşayan kişileri, terk etmenin nedenlerini düşünüp dururum. Hâlbuki her evin ayrı bir hikâyesi vardır, her ev ayrı bir dünyadır. Dili olsa kim bilir neler anlatır bizlere. Kimler geldi geçti, neler yaşandı, tatlı ve acı anılar, çekilen sıkıntılar... Şimdi kimsesizliğe itilmiş, yapayalnız kalmış o güzelim Rodop evleri.
Bu evlerin sakinleri yüzyıllar önce bu ıssız topraklarla kucaklaştılar. Bir zamanlar kuş uçmaz, kervan geçmez bu diyarlara hayat verdiler. Geldikleri toprakların tarihini de buraya taşıdılar. Dağı, taşı, dereyi, tepeyi adlandırdılar, bu topraklara anlam verdiler. Bu toprakları sevdiler, sımsıkı sarıldılar, kaderlerini, geleceğini bu topraklara bağladılar, bu toprakları yurt edindiler. Coğrafyanın çetin şartlarına rağmen bu toprakları sevdiler. Tarlaları, çayırları, bağları, bahçeleri onlar için vatan demekti. Onları bu sevdikleri topraklardan kim koparabilirdi?
Evini, yuvasını, anılarını, yaşadıklarını olduğu gibi bırakıp kapıyı çekip gitmelerinin nedenleri neler olabilirdi? Kim ve neden onları bu yollara itti? Neden bu insanlar terk etti doğup büyüdükleri toprakları, neden buralara gömdüler bütün anılarını?
Hepsi de başka yerlerin yolunu tutmuş, belki de “bir gün geri geleceğiz” demişler, o yüzden tüm evlerin kapıları açık kalmış.
Bir zamanlar tüm acıların ve sevinçlerin paylaşıldığı, çocuk seslerinin yankılandığı bu güzide köyler, şimdilerde hatıralara gömülmüş bir şekilde yalnızlığa bürünmüş, kimseciklerin dolaşmadığı, anılarıyla baş başa kalan terk edilmiş evler.
Kimler, niçin yıktı bu evlerin dünyasını? Kimler sahiplerini söktü attı bu topraklardan? Kimler ne istedi onlardan? Oysa onlar bu toprakların gerçek sahibiydiler. Bu topraklarda yüzyıllar boyunca huzur içerisinde yaşamışlardı. Terk edenlerin hiçbiri aç, açıkta olduğu için yollara düşmemiş ve ekonomik çıkarlar düşlememişti. Hemen hepsi geride kurulu bir düzen, devamlı bir iş bırakmışlardı.
Öğretmenlik hayatımdaki ilk yılarım
Bir gün ders çıkışı iki kişinin sınıf kapısının önünde durduklarını, sınıftaki konuşmalarıma kulak verdiklerini fark etmiştim. “Güzel ders anlatıyorsun” diye iltifat etmişlerdi. İki gün geçmedi kasabadaki Emniyet Müdürlüğüne çağrıldım. Hayatımda ilk defa bu kapıdan içeri giriyordum. Niçin çağrıldığımı bilmiyordum. İstihbarat Servisi'nden Ramadanov pasaport bölümünde beni bekliyordu. Onunla beraber gitmemi istedi. Bir üst kata, çalışma odasına çıktık. “Niçin buraya çağrıldığını biliyor musun?” dedi. “Hayır, bilmiyorum” dedim. Genç bir memur olduğumu, hayat merdivenlerine yeni tırmanmaya başladığımı, herkesin hayattan belli beklentileri olduğunu, akıllı ve işini bilenlerin iyi bir hayat süreceklerini dile getiriyordu. Çok geçmeden içeri bir başkası girdi. Bu kişi İstihbarat Bölümünün şefi Jelyazkov idi. İnsanların neden Türkiye'ye göç ettiklerini sordu. Göç edenlere göre Smolyan bölgesinde Pomakların adlarının değiştirildiğini, okullarda Türkçe eğitimin yasaklandığını, din konusunda sıkıntılar yaşandığını, köylerde camilerin ve mescitlerin kapatıldığını söyledim.
Sovyetler Birliği'nde ve daha sonrasında bütün sosyalist ülkelerde bir tek millet oluşacağından, dil ve din farklılıkların olmayacağından, insanların birbirleriyle kaynaşarak kardeş olacağından, bu kardeşliği bozacak ve bu rejime karşı tavırları olanlar varsa, bunları yetkili kimselere bildirmenin iyi bir vatandaşlık görevi olduğundan söz ediyordu. Amaçlarının ne olduğunun farkına varmıştım. Bu kişiler tarafından kendi soydaşlarıma karşı ispiyonculuk teklifi yapılıyordu. Eğer istediklerini yaparsam, kazançlı çıkacağımı, maddi karşılığını alacağımı söylediler. Ben bir öğretmen olarak görevimin insanlara doğru yolu göstermek, düşenlere el uzatmak olduğunu, bana verilen terbiyenin bu tür davranışlarda bulunmama müsaade etmediğini söyledim. Cevabım “Hayır” olmuştu, tabii sonuç olarak; mimlendim. Çok genç yaşta, bu karanlık güçler tarafından yakın takibe alındım. Birçok insana bu teklif götürülmesine rağmen, neden bazıları bu tuzağa düştüler? Dırjavna Sigurnost (Devlet İstihbarat Örgütü) ajanları muhbirlik yaparak, çevresindeki insanları ele verdiler. Buna vicdanları nasıl izin verdi? Nasıl dillerini tutamadılar? Kendi menfaatleri için en yakın arkadaşlarının canlarını yaktılar, masum insanların hayatlarını yıktılar. Bunlar “daha iyi bir hayat” için para karşılığı kendi eşini, dostunu, milletini satanlardı.
Ne acı ki, bugün de bu kişiler aktif görevlerde ve siyasetin içindeler. Türkçe konuşanlara ceza kesenler, ibadet edilmesin diye cami önlerinde nöbet tutanlar, Müslüman kadınların kıyafetlerini yırtanlar, Türklerin isimlerini değiştirme, asimilasyon operasyonuna katılanların, siyaset yaptıklarını görünce üzülmemek elde değil. Onları görünce kendi kendime sorarım: Nasıl insanların arasında dolaşıp yüzlerine bakabiliyorlar? Hâlâ kolay ekmek peşindeler. Bugün birileri veya mevcut kanunlar onları koruyabilir. Er geç elbet bir gün adalet önünde hesap verecekler.
1982-1983 yıllarında çevre köylerde Pomak karışıklığı bahanesiyle halis Türklerin adları değiştirilmeye başlandı.
Böl, yönet ve yok et siyasetini güden totaliter rejim, Pomak karışımı ailelerin adlarının değiştirildiğini, Türklerin hakkında söylentilerin ise yalan olduğunu söylüyordu. Bu aldatmacalar 1985 yılının başlarına kadar devam etmişti. Ustaca uygulanan bu siyaseti fark ettiğimizde iş işten geçmişti. 1972 yılında Pomakların adları değişirken onlara sahip çıkamadık. Onlar hakkında İslamiyet'i kabul etmiş Bulgarlar diyerek bizleri uyuttular. 1972-1976 yıllarında Pomak köylerine yakın veya Pomak köyleri arasında kalan Türk köylerinin adlarını değiştirdiler. Yine gerekli tepkiyi veremedik. Ardından Çingenelerin adlarını değiştirdiler. 1982-1984 yıllarında Pomak karışımı bahanesiyle Türklerin adlarını değiştirmeye devam ettiler. Eritme stratejisini ustalıkla uygulayan totaliter rejim, Türklere dokunulmayacağını, isteyenlerin Türkiye'ye gidebileceği söylentilerini etrafa yayıyordu.
İsim değiştirme olayları bir giz, bir sır perdesi ardında oluyor, açık haberleşme olmadığı için dışarı bilgi sızdırılamıyordu. Dalga dalga yayılan olaylar bir gün bizim kapımızı da çalacaktı. Komşunun avlusunda oynayan ayı bir gün bizim avluya da gelecekti. Aklı başında olanlar bunların farkında idi.
Yorucu bir günün ardından derin uykuya dalmıştım. 18 Eylül 1982 yılında Cumartesi günü sabaha karşı saat 4 sularında yatak odamın kapısındaki tekme darbelerinin sesiyle uyandım. Neler olduğunun farkına varamıyordum. Sabahın erken saatlerinde kim, bu şekilde ne istiyordu? Etraf karanlıktı. Gün henüz ağarmamıştı. Kapıyı tekmelediklerini ve Bulgarca bağırdıklarını duydum. Eşimin Bulgar olduğunu söyleyip hemen onlarla emniyete gelmesini istiyorlardı. Kapımın önünde İlçe Emniyet Müdürlüğü'nden Polis Boyan Taşev ve Vladimir Hadjiev, Teğmen Lambov, Teğmen Damyanov, Sivil Savunma Şefi İliya Gazenov bulunuyordu. Köy şartlarından ve genç aile olmamızdan içerisi müsait değildi. Çalışma saatlerinde gideceğimize dair benim ve eşimin verdiği güvencelere rağmen yukarıdaki kişiler yetkili makamlardan yazılı emir olmadan yatak odamızın kapısını tekmeleyerek tehditler yağdırmaya devam ediyorlardı. İliya Gazenov yarından itibaren öğretmen olamayacağımı söylüyor, ana avrat ve aşağılık Türk şeklinde küfürler savurmaya devam ediyordu. O anda içeride ben, eşim ve bir yaşındaki kızım vardık. Tek katlı olan babamın evinde bizden başka annem, babam ve üç kardeşim de bulunuyordu. Kapıyı açmam için babamı zorladılar. Babam bir anlık bir boşluktan yararlanarak durumu bir yerlere duyurmak umuduyla pencereden kaçarak amcamdan yardım istemeye gitmiş.
Başarısız öfkeli darbeler ve fiziksel varlığıma son verme tehditleri eşliğinde olay devam ederken Komünist Partisinin ilçe görevlilerinden Şahin Handjiev'in gelmesiyle kapıyı kırma girişimine geçtiler. Önce bir sopa kullanarak kapıyı menteşelerinden sökmeye çalıştılar. Pencereden içeri girme teşebbüsleri de parmaklıklardan dolayı başarısız oldu. Daha sonra evin önünde buldukları baltayla Vladimir Hadjiyev kapıyı vurarak parçalamaya çalıştı. İçeride tarif edilemez bir durum yaşanıyordu. Bir yaşındaki kızım korkudan ve ağlamaktan kendinden geçmişti. Annem kapıda oğlunu öldürmemeleri için yalvarıyordu. Annemi “Sus sen, yaşlı cadı!” diye susturmaya çalışıyorlardı. Kardeşlerimi, ağlayışlarını duymamak ve ayakaltında olmamaları için odanın birine kilitlemişlerdi. İşimi bitireceklerine dair tehditler devam ediyordu. Kapı etrafındaki sıvalar dökülmeye başladı fakat kalın ve sağlam olan kapıyı bir türlü kırıp içeri giremiyorlardı. Darbelere dayanamayan baltanın sapı kırıldı. Vladimir Hadjiyev evin önünde taş ocaklarında kullanılan levyeyi buldu. Şahin Handjiyev ile levyeyle nerelere vuracaklarını söylüyorlardı. Küçük kardeşim bu esnada bulunduğu odadan kaçarak en yakın komşumuza kadar kaçıp, ağabeyimi öldürüyorlar deyip bilincini kaybetmiş. Sonunda ağır levye darbeleriyle kapıyı parça parça ettiler ve büyük zafer kazanmış edasıyla içeri girdiler. İki saat kadar süren bu olay, ailemizin ve sonra neler olup bittiğine anlam veremeyen Dyadovtsi (Dedeler) köyünün Hacımusalar mahallesindeki komşularımızın gözleri önünde cereyan etmişti. Olay sonucu annem Kırcali Bölge Hastanesine götürüldü. Küçük kızım uzun yıllar bu olayın şokunu ve korkusunu atlatamadı. Bu muameleyi hak edecek ne yapmıştık?
Yıllar geçti fakat bizde bıraktığı acı geçmedi
Eşim evden polisler eşliğinde alınmış ve ad değiştirme olayının gerçekleştirildiği Avrora'ya götürülmüştü. Burada Ad Değiştirme Komisyonu, aç kurtlar misali insanların kaderiyle oynamaya hazır bulunuyordu. İçeride tiyatro oyunlarını aratmayan sahneler yaşanıyordu. Her şey düşünülmüştü: İsim dönüştürücüler, “ikna” ediciler, hazırlık odaları, fotoğrafçılar... Türk olarak girdiğin kapıdan hükümet kararı ve polis gücüyle Bulgar kimliğiyle çıkıyordun.
Pazartesi günü öğretmen olarak çalıştığım Terziköy'
e okula gitmiştim. İlçe Emniyet Müdürlüğünden İstihbaratta çalışan Stoyanov ve Teğmen Lambov gelmişlerdi. Benimle hesaplaşmalarının bitmediğini biliyordum. Polis arabası beni bekliyordu. İfade vermem için Emniyet'e gelmem gerektiğini söylediler. Aldılar İlçe Emniyet Müdürlüğüne götürdüler. İçeri girdiğimde İlçe Emniyet Müdürü Gergelçev, İstihbarat Bölümünden Ramadanov ve Stoyanov beni sorgulamak için hazırlanmışlardı. Kapıdan içeri girer girmez Gergelçev beni “Sen büyük bir Türk milliyetçisisin! Bize karşı gelmek de ne demek! Kimden bu cesareti alıyorsun! İyi ki zamanında sana bulaşmamışız. Bulaşmış olsaydık kim bilir başımıza ne çoraplar örecektin?” sözleriyle karşıladı. Mevcut yasaları çiğneyerek suç işleyen onlar, suçlu ise bendim. Sanki çapraz ateşe tutulmuştum, aynı anda “Arkanda kimler var? Kimin adına hareket ediyorsun?” gibi farklı sorular geliyordu ve olay hakkında konuşmamamı, şikâyet etmememi istiyorlardı.
Olayın etkisi altında kalmıştım. Her şeye rağmen adalete güvenerek yasal yolları kullanmak istiyordum. Olayın mahkemeye taşınması için avukata ihtiyacım vardı. Sofya'da birçok avukatla görüştüm. Hepsi girişimimin sonuçsuz kalacağını düşünüyor, gerekli mercilere şikâyet dilekçeleri yazmaya çekiniyorlardı. Okul arkadaşımın tanıştırdığı D. V. Dimov adındaki bir avukat olayla ilgilenebileceğini söyledi. Belki o dönemde totaliter rejime karşı filizlenen ilk cılız muhalif seslerdendi. Arkadaşlarıyla beraber olayı irdelemeye başladılar. Şikâyet dilekçeleri göndermediğimiz merci hemen hemen kalmamıştı. Bulgar Komünist Partisinin İlçe, İl ve Genel Merkezleri; İlçe ve İl Belediye Başkanlıkları, Bakanlar Kurulu, Devlet Bakanlığı; İlçe ve İl Savcılıkları, Bulgaristan Başsavcılığı, Anayasa Mahkemesi... Her şikâyet dilekçesinin cevabı İlçe Emniyet Müdürlüğünde sürekli sorguya çekilmemdi.
14.12.1982 tarihinde Plovdiv Askeri Mahkemeye olayla ilgili davacı oldum. Davalı tarafın cevabını bekliyordum. Şubat 1983 tarihinde “hak ettiğim” cevabı yine İlçe Emniyet Müdürlüğünde alacaktım.
Benden önce eşim, polisler eşliğinde köyden alınmış, kasabaya getirilmiş ve sorguya çekilmişti. Gelişmelerden daha sonra haberim olacaktı. Aynı gün saat 10 sularında polis arabası yine Terziköy'deydi. Kimin için geldiklerini tahmin ediyordum. İstihbaratta çalışan Stoyanov ve Lambov, Emniyet Müdürlüğüne ifade vermem için gitmemi istiyorlardı. Beni arka koltuğa aralarına oturtmuşlardı. Arabada evine dönen Mümün Öğretmenin de bulunması belki beni yolda maruz kalacağım taşkınlıklarından korumuştu. Öfkeli bakışlar altında kasabaya vardım. Odasında bekleyen Emniyet Müdürü yine tehditler savuruyordu. Dava açmaya nasıl cüret etmiştim? Ben kim oluyordum? Hangi ülkede yaşadığımı nasıl bilmiyordum? Tarım ve Orman Bakanlığı'nın dışında tüm mercilere onları şikâyet etmiş, yetmezmiş gibi onları davalı durumuna düşürmüştüm. Sorgu saatlerce sürdü. Her türlü tehdide maruz kaldım. Kimlerden destek aldığımı, arkamda kimler olduğunu, şikâyet dilekçeleri kimlerin yazdığını, davayı açmama yardımcı olan kişilerin adlarını istiyordu.
Saat 18 civarında Teğmen Lambov ifademin alındığını ve eve gidebileceğimi söyledi. Emniyet binasından çıktığımda eşim beni bekliyordu. Az önce onu da serbest bırakmışlardı. Kasabanın merkezine kadar beraber yürüdük. Olup bitenlerden söz ettik. Yorgun ve bitkin olduğumuz için bizi köye götürecek tanıdık birilerine bakıyorduk. Çok geçmeden Emniyet Müdürü Gergelçev'in, pazar yerinden restaurant Belite Brezi'ye doğru geldiğini gördüm. Beni görünce ağzına yakışmayacak küfürler savurmaya başladı. Bana, “Ananın... Nereye kaçtın?”, yakın akrabama ise “a... gibi gülme, yarından itibaren görevine son verdireceğim!” diye bağırıyordu. Bütün bunlar bir cuma akşamı kasaba halkının önünde oluyordu. Beni, hâlâ unutmadığım K 15-16 plakalı polis arabasına bindirdiler. Emniyet binasına vardığımızda müdür odasına aldılar. Öfkeden çıldırmıştı. Sanki çıplak ayaklarla korlar üzerinde zıplıyordu. “Çileden çıkardın, kontrolümü kaybettim, halkın önünde rezil oldum!” diye bağırıyordu. Saldırıya geçince ilk yumruğunu yüzümde hissettim. İkinci yumruğunu savunma pozisyonunda karşıladım. “Bana saldırma!” diyordu. Tabii ki saldırmam söz konusu bile olamazdı. “Kendinizi Tanrı gibi görebilirsiniz ama sizlerden de bir gün hesap sorulacak!” şeklinde cevap vermiştim. O dönemde Emniyet Kanununda yer alan bir maddeye göre “halkı kışkırttığım ve devlete karşı geldiğim için” iki ile beş yıl arasında mahkûm edileceğimi söyledi. Ben de Ceza Kanunundan bir maddeye atıfta bulunarak bir etnik grubu imha etmek maksadıyla işlenen suçların cezasının yirmi yıldan başladığını, zorla ailemin ve çocuğumun adlarının değiştirilmesinin bu anlama geldiğini belirttim. Cevap vermeme öfkelenmişti. Kanun kitapçığını üzerime fırlattı. “Benden fazla biliyorsun ama ben seni susturacağım” dedi. Ben yalnız gerekli olanları bildiğimi, kanunların herkes için geçerli olduğunu söyledim.
O günlerde ad değiştirme olayında Ahryansko (Erecek) köyünden bir kadın kendini asarak intihar etmişti. O olaya atıfta bulunarak, “Ad değiştirmeyi kabullenmezsen, Ahryansko'daki o kadın gibi as kendini, ipi bizzat ben vereceğim. Bir gün yolda trafik kazası geçirmen işten bile değil” şeklinde tehditler savuruyordu. Dolabında bulunan şişeden bardağına bir şeyler döküp içiyordu. Ne olduğunu anlayamıyordum. Arada içeriye giren polislere dışarıda çok insan olup olmadığını soruyordu. Akrabalarım Emniyet Müdürlüğü binasının önüne toplanmaya başlamıştı.
O günlerde sessiz sedasız yürütmeye çalıştıkları isim değiştirme kampanyasının duyulmasından çekiniyorlardı. Sorgu geç saatlere kadar sürdü. Gece yarısı serbest bıraktılar. Eşimle yaya olarak köyün yolunu tuttuk. Polis arabasının arkadan geldiğini görünce ana yoldan çıkarak köyümüze giden dağ yoluna girdik. Polis arabası niçin o köy yolundaydı bilmiyorduk. Kuşku içimizi sarmıştı. O karlı kış gecesinde dağ yolundan köye ulaştık.
Bölgemizin milletvekili Seid Necibov, olayı yerinde incelemek için köye gelmişti. Kırılan kapının yerine asılan battaniyeyi görmüştü. Daha sonra İlçe Emniyet Müdürlüğünün İstihbarat Bölümünde görev yapan Marçev ile öğretmenlik yaptığım Terziköy'e gelmişlerdi. Dersi bırakarak köy muhtarlığına gitmemi söylediler. Muhtarlıkta ayrı odalarda benimle görüşeceklerdi. İlk görüşme Seid Necibov ile gerçekleşti. Necibov, köyden geçmekte olduğunu kırık kapının yenisi için sipariş vermemi, masrafın onlar tarafından karşılaşacağını söyledi. Benim cevabım, “Kıranlar yaptırıp yerine koysun” şeklinde oldu. Direnmenin bir anlamı olmadığını, ad değiştirme olayının Pomak karışıklığı olan aileleri kapsadığını, ailemin de bunlar arasında yer aldığını söyledi. Karışıklık söylentisini ispat edebilecek herhangi bir delil varsa itirazım olmayacağını söyledim. Eşimin büyük dedeleri 1951 yılında Türkiye'ye göç etmiş, babası, annesi, büyükbabalar, büyükanneler nüfus kütüklerinde Türk olarak yazılmıştı. Ailemin karışıklığı hakkında söylentiler olduğunu söylemeye ısrarla devam edince ailesi hakkında da söylentiler olduğunu, kendi ailesini araştırmasının daha doğru olacağını söyledim. Marçev'i diğer odadan çağırmaları için seslendi. Marçev içeri girdi ama tartışmalarımız karşısında herhangi bir şey söylemedi. İki Türk'ün birbirine nasıl düştüğünü seyrediyordu.
Kasabaya indiğimde emniyet görevlileri tarafından tekrar “ifade” vermeye götürüldüm. Emniyet Müdürü Gergelçev, milletvekiline karşı hırçın davrandığımı, ad değiştirme olayının devam edeceğini, geri dönüş olmayacağını söylüyordu.
Tabii ki bu son “ifadem” olmayacaktı. Olayların duyulmasını istemeyen totaliter rejim gizlilik içinde adım adım ilerliyor, çıkan engelleri birer birer ortadan kaldırıyordu. O yıllarda Terziköy ve çevre köylerinin Öğretmenler Sendikası başkanıydım. Sendika evrakları teftiş edilmiş, herhangi bir kusur bulunamamıştı. Olağanüstü sendika toplantısı düzenlemek için ilçeden Yordanka Ayanova gelmişti. Sendikanın faaliyetlerinden söz ederek aidatların gecikmeli toplandığını, köyler arasındaki ortak çalışmaların yetersiz olduğunu söylüyordu. Latinka (Ürpek) köyünde idarecilik ve öğretmenlik yapan Cemil Ahmedov, yıllarca öğretmenlik yaptığını, hiçbir zaman sendikanın bu kadar faal olmadığını belirtti. Görüşleri diğer öğretmen arkadaşlarım tarafından desteklendi. Yapılan oylamada arkadaşlar görevime devam etmemi istiyorlardı. Ayanova, Bulgar Komünist Partisinin halkı bilinçlendirme siyasetinden bahsetti ve bazı kişilerin bu görevlerde bulunmalarının uygun olmadığını belirtti. İkinci ve üçüncü oylamadan da istediği cevabı alamayınca, “İsteseniz de istemeseniz de İl Öğretmenler Sendikasının kararıyla arkadaşınız başkanlıktan alınmıştır” dedi. Sendika başkanlığından alındım. Başkanlık sevdasında değildim. Amaçlarını biliyordum. Öğretmenlikten atılmadan önce sendika başkanlığından alınmam gerekiyordu.
Olayların içine sürükleniyorduk. Okulda toplantı düzenlenmişti. İlçe Milli Eğitim Müdürlüğünden Stanka Georgieva gelmişti. Elinde bir liste vardı. Etnik grupları birbirinden ayıran kültürel farklılıkların ortadan kaldırılmasından söz etti. Öğretmen arkadaşlara listeyi uzatarak imzalamalarını istedi. Listede bakmamız gereken domuz sayısı yazıyordu. Kimse gönüllü değildi. Başka bir çıkış yolu olmadığı için imzalamak zorunda kalıyorlardı. Liste önüme gelince dindar bir aileden geldiğimi, dinimizin buna izin vermediğini, isterlerse sığır veya koyun bakabileceğimi söyledim. Benden sonra bir öğretmen arkadaş da imzalamayı reddetti. Neden başka bir hayvan değil de domuz bakmamız için baskı yapıldığını hepimiz biliyorduk. Tabii bu olay için de “ifadem” alınacaktı.
1984 yılının son günleri ad değiştirme olayları son aşamaya gelmişti. Gelişmelerden son derece rahatsızdım, bir türlü kabullenemiyordum. Gözlerimizin önünde en acımasız şekilde bir milletin benliğine son verilmeye çalışılıyordu. İnsanların onurları ayaklar altına alınmıştı.
1985 yılının ilk günlerinden birinde, sabahın erken saatlerinde emniyet güçleri ve askerler, yolları tutmuş, köyü sarmışlardı. Türklerin isimlerini ve etnik aidatını zoraki, silahla değiştirmeye kalkışmışlardı. Okula gelenler, isimlerimizin değiştirilmesini ve görev dağılımı yaparak farklı mahallelerde gelen kolluk kuvvetlerine rehberlik etmemizi istiyorlardı. Bu görevi kesinlikle yapamazdım. Ne adımdan vazgeçer, ne de bir Türk ailesinin kapısına giderek adlarını değiştirmelerini isteyebilirdim. İstediklerini zor kullanarak yaptıracaklarını biliyordum. Bir anlık kargaşadan yararlanarak çalıştığım okuldan ayrıldım ve eski mektebin önüne geldim. Burada birkaç arkadaşla halkın toplanmasını ve ortak tepkisini beyhude bekliyorduk. Halk, evlerine kapanmış, sindirilmiş, çaresiz, kaderine boyun eğmişti. O gün evler tek tek gezilmiş, silah zoru, asker gücü ve ölüm tehdidiyle adlar cebren değiştirilmişti.
Bir sonraki gün okula gelmiştim. Okul müdürü derse girmeden önce elimize birer liste vererek çocukların eski adlarının karşısına yeni adlarının yazılmasını istedi. Derse girdiğimde çocukların yeni adlarını sormaya dilim varmıyordu. Ayşe'nin, Fatma'nın yeni ismini nasıl sorabilirdim? Kendi ismim de henüz değişmemişti. Hangi güç bunu benden isteyebilirdi?
Ders çıkışında listeler toplandı. Benim listemde zorla verilen adlar yazmıyordu. Çocukların yeni isimlerini bilmediklerini söyledim. Çok geçmeden İlçe Milli Eğitim Müdürlüğüne çağrıldım. Kapıda Stanka Georgieva ve Solinkov bekliyordu. Elime bir yazı verdiler. Siyası görüşlerim ve eylemlerim öğretmenlik mesleğine uygun olmadığından görevime son veriliyordu.
Mesleğimden ve çok sevdiğim öğrencilerimden uzaklaştırıldım
İşsiz güçsüz kalmıştım. Yaşadığım bölgede iş bulmam mümkün değildi. Devletin resmi politikasına karşı gelenler sürünmeye mahkûm ediliyorlardı. Tek çare gurbet yollarına düşmekti. İlk olarak Sofya'da inşaatlarda çalışmaya başladım. Burada halk olup bitenlerden habersizdi. Kırcali bölgesinde Türklerin isyan başlattıklarından söz ediyorlardı. Yıllarca ailemden, çok sevdiğim topraklardan uzak kaldım. Takip edildiğimi, şantiyeyi yöneten inşaat teknisyenden öğrenmiştim. Bir akşam yemek masasında “Emniyet her hafta senin hakkında bilgi istiyor. Ne yaptın?” şeklinde itirafta bulunmuştu. Gurbet yollarım Sofya'dan sonra Sviştov, Belene, Teteven, Gılıbovo, Simeonovgrat, Yambol ovalarından Rojen çayırlarından geçti. Çalıştığım yerler, işler değişti. Görüşlerim değişmedi.
1989 yılında Zorunlu Göç olayının başladığı günlerde Tuna boyunda Sviştov'da çalışıyordum. Hareketli günler yaşanıyordu. Ailem gelişmeler karşısında eve dönmemi istiyordu. Telefon etmek için geldiğim Sviştov Postanesi Türkler aleyhine afişlerle donatılmıştı. Komünist Partisi Bulgar halkının desteğini almak için ülkeyi kalkındıran Türkleri hırsız, sahtekâr, terörist şeklinde tanıtıyordu.
Eve dönüş yolunda Türklerin göç yollarına düştüğünü gördüm. Gece eve gelmiştim. Sabahın erken saatlerinde eve gelen polis, beni Emniyet Müdürlüğüne çağırıyordu. İstihbarat Bölümünden Hadjiev ile görüşmem istendi. Görüşmede iyi bir insan olduğum, fakat hakkımda tutulan dosyanın kabarık olduğu söylenerek toparlanmam ve ülkeyi terk etmem için üç gün süre veriliyordu.
Bu kör ve köhne zihniyet bizi evlerimizden, memleketimizden, malımızdan, mülkümüzden ve sevdiklerimizden uzaklaştırıyordu. Bulgaristan Türkleri yollara düşmüştü. Nereye gidiyor, neler bekliyor, bir daha dönecek mi? Meçhule giden bu yolda, akıbeti belli değildi.