DEDEMİN HARFLERİ
Cezayir mavisi gözleri, cezalı iki mavi göl gibi tavana bakıyordu. Erciyes Dağı nedense hep öfkeliydi. Öfkesinden bütün ağaçlarını yemiş olmalıydı. Çıplaktı. Taş kadar, su kadar çıplaktı. Özlemenin ne demek olduğunu artık iyice öğrendim. Masaldan masala sallandığım kış gecelerini düşünüyorum ya da hayal ediyorum. Düşünmekle hayal etmek aynı şey mi bilmiyorum, keşke bunu dedeme sorabilseydim.
Gerçek bir göç öyküsü olan Dedemin Harfleri'ni, uzun olduğu için çoğu kişi okumayacak biliyorum. Ama merakla bekleyenlerin olduğunu da biliyorum. Kahramanlarının gerçek fotoğrafıyla birlikte Dedemin Harfleri...
___________________________________________________________________________ DEDEMİN HARFLERİ Ben doğduğumda dedem yetmiş yaşındaymış. Ak sakalı, kara kalpaklı dedem, doğrusu masalların anlattığı dedelere çok benzerdi. Bu nedenle dedemi hiç yadırgamadım. Şalvarının beline doladığı kuşağı, hâkim yaka gömleği ve örme yeleği ile kaydettim onu aklımın arşivine. Âh benim canımın canı dedem, deyiverdim durup dururken. Gözümün önünden geçti Cezayir mavisi kocaman gözleriyle. Bizim oralarda her evin önünde peyka dediğimiz banklar vardır. Peykanın hemen yanında evin kocaman tahta giriş kapısı olur, ona da tokat deriz. Bizim yeşile boyalı tokatlarımızdaki yuvarlak demir halka, sağa çevrilince avılçi başlar. Avul içidir aslı ama Deliorman ağzının konuşulduğu bir köydür bizim Karabaşlı Köyü. Şumnu'nun bütün köyleri gibi koca çeşmesi, çukur mahallesi, kütüphanesi, okulu, delisi, akıllısı vardır. Ama en çok ağaçları, mantarı, akbaadak dediğimiz kardeleni, bir de ormanın kokusudur beni mest eden. Bütün Balkan çocuklarının defterlerine çiçek diye çizdiği muhakkak ki akbaadaktır. Onun boynu bükük duruşu, beyaz çiçeğinin üstündeki yuvarlak yeşil topuzu ve zarifçe sapına tutunuşu, bizi derinden etkiler. “Tıkır tıkır tıkır…” orman yolunda dedemin eşek arabasıyla giderken tekerleklerin ormanda yankılanışının çıkardığı sesin bana verdiği his, deniz çocuklarının dalga sesiyle yaşadığı hisse mi benzer diye çok düşünmüşümdür. Dedem birden “Ppprrrüüü!” diye bir komutla eşek arabasını durdurdu. Arabadan inip fotoğraflı mezar taşlarıyla dolu Bulgar mezarlığından yeni açmış pembe bir gül kopardı ve kulağıma taktı. Annem “Mezarlıktan eve bir şey getirilmez” dediği için biraz çekindim doğrusu ama dedem “Alme,” dedi, “ölüler dirilerden daha cömert”. Ben, Bulgar mezarlığına girmeye korkardım o zamanlar. Dedem, insanları ölümün eşitlediğini söyledi. Ne garip! Bunca kural, yaşarken eşitlenmek içindi oysa. Madem ölünce eşitlenecektik, niye ırkımız ve dinimiz farklı diye kavga ediyorduk ki? Yahya Dedemle, pardon Yaaya Dedemle (h harfini yutarız biz, çok oburuz bu konuda) bağlık yolunda yaptığımız konuşmalar, ben kiraz ağaçlarını görüp araban uçarcasına atlayıncaya kadar devam ederdi. Sonrası beyaz kiraz, kırmızı kiraz, pembe kiraz, dal dal kiraz, sepet sepet kiraz. Ara ki bulasın beni ağaç tepelerinde. Şimdiki çocukların ağaca çıkmayı becerememesi gerçekten çok üzücü. Elbisemdeki kiraz lekeleri için akşam eve gidince annemden duyacağım azar kimin umurunda. Hem dedem var! O korur beni! Çok sonraları öğrendim, dedemin Türkiye'de uzun süredir görmediğim bir kızı varmış. Adı Halime'ymiş. Buraların ağzıyla Alme. Halime Halam, evlenince Bulgaristan'dan Türkiye'ye göçmüş. Hesabım doğruysa yirmi altı yıl, baba kız hiç görüşmemişler. O zamanlar özlemek nedir pek bilmezdim. Bizim köye beş kilometre uzaklıkta bir çiftlik evi olan anneanneme gitmeyi çok severdim çünkü harika cevizli kek yapardı. Benim için özlemek oydu. Sanmayın ki dedemin başka torunu yok. Ama en çok beni severdi. Çünkü dedemin sırlı harflerini taşıyordum adımda. Bana seslenirken kızına da sesleniyor olmak dedemin özlemine iyi geliyordu belki. Şekerli sakız gibi bir tat bırakıyordum belki onun ağzında. “Göçmencilik ateşten gömlek!” diyordu dedem. Anlamıyordum tabi. Çünkü tüm sevdiklerim yanımdaydı. Annem, babam, ablam, dedem, babaannem, anneannem, amcam, dayım… Herkes tastamamdı işte! Savaşa da gitmiş dedem, yokluk görmüş, babasını çok küçük yaşta kaybetmiş, Çanakkale savaşına giden abisi şehit olmuş. Dedemde hikâye çok, savaşta kaplumbağa yemişler mesela, hatta deri kemerini yiyen olmuş. Benim gibi hikâye seven bir çocuk için dedem ooo! Okyanus, okyanus! “Sen hiç korktun mu kocaba?” Haa, söylemeyi unuttum, kocaba yani kocababa deriz biz dedeye. “Neden korktum mu Alme?” “Ne bileyim işte, bir şeyden korktun mu hiç?” “Ben karanlıktan korkuyorum, bi de yılandan, ııyyy en çok yılandan.” “Herkes korkar. Ama bir düşünelim bakalım, korktuğun şey senden güçlü mü?” “Karanlık çok korkunç kocaba?” “Karanlık yenilmez değil, Alme. Karanlığı yenmek için bir kibrit çöpü yeter. Hem insanın aklı var, akıl yol göstericidir.” Dedem bana neden korktuğunu söylemedi. Sanırım o, yılandan, karanlıktan falan korkmuyordu. Bizim inatçı kara mandadan ve her gördüğüne toslayan kıvrık boynuzlu koçtan da korkmuyordu. 1978 yılının ocak ayında bizim evde bir telaş başladı. Dedem artık seksen yaşındaydı. Yoğunluğu yüksek duyguları kaldıramayacak kadar yaşlı ve hastaydı. Yine de ara ara evin önündeki peykada bastonuna dayanarak oturur, en sevdiğim lukçeta şekerlerini (naneli şeker), taşla ezerek bana şeker tozu yapardı. Ben hapur hupur şeker tozunu yalayıp yutarken önde üç beş tane kalmış sarı dişleriyle gülümserdi. Keyfi yerinde görünüyordu son günlerde. Yirmi altı yıldır görmediği kızı, iki ülke arasında yapılan anlaşma kapsamında bize bir kâğıt göndermiş ve Türkiye'ye göç etmemize olanak sağlamıştı. Parçalanmış aileler içinmiş bu anlaşma. Geçen hafta kırdığım vazonun dağılan parçalarını yapıştırarak birleştirdiğim gibi ülkeler de bizi birleştirecekmiş. Gerçi o vazo yapıştırdıktan sonra eskisi gibi olmamış, yamuk yumuk bir hal almıştı ama koskoca ülkeler birleştirme konusunda benden daha tecrübelidir herhalde. Annem sevinçle “Göç kapıları açılıyor!” dedi. Bu kapılar da bir açılıyor bir kapanıyor. Dedemin harfleri kol kola girmiş horo tepiyordu sohbetlerde. Alme, Alime, Halme, Halime! Tahta sandıkları çivilemeye başladılar. En gerekli olanlar yani giyecekler, yiyecekler, döşekler, yorganlar “tak tak tak” sandıklara çivileniyordu. Neyi bırakacağımıza karar vermek en zoruydu. Annemle babam dikiş makinesini götürüp götürmeme konusunda fikir birliğine varamadıkları için yüksek sesle tartışıyordu. Dedem bu olanları sessizce izliyordu... Lapa lapa kar yağarken bir kamyon yanaştı evimizin önüne. Sandıklar kamyona yüklendi. Ertesi gün kamyondaki sandıklar kara trene nakledilmiş. Mutlu sona ulaşmışız gibi bir uğurlama hatırlıyorum. Oysa annemin tüm akrabaları Bulgaristan'da kalıyordu. Babam tamamlanırken annem eksiliyordu. Göç hikâyelerindeki hesabın hiç denkleşmediğini öğrenmeye başlamıştım. Anneannem, dayım, teyzem olmadan parçalar nasıl tamamlanacaktı anlamıyordum. Neyse ki artık göç kapıları açılacak diye tetikte beklemeyecektik. Kapıların açılma ihtimali yüzünden evimizi yenilemeyen babama annem kızmayacaktı. Bu arada dedemin sessizliği, kahverengi karton kapaklı Mushaf'ından okuduğu Arapça dualar ile bozuluyordu bazen. Onun Tanrı'yla iletişim kurduğu bu harfleri ben tanımıyordum. Ama annemin ezberlettiği kısa duaları bir şeyler dilemek için ezbere okuduğum oluyordu. Acaba dedem de Tanrı'dan bir şey mi istiyordu? Kara trene bindiğimizde dedem koca bir ömür bırakmıştı Bulgaristan'da. Ama ömrünün sonunda bile olsa, bir tek gün bile olsa kızını görebilecekti. Ve dedem tamamlanacaktı. Bütün çocukları ve torunları bir arada olacaktı. Babasını pek hatırlamayan dedem, onun adı olan Ali'yi oğlunda yaşatıyordu. Bayramlık mendiline leva sarmalar gibi kalbiyle sarmalamıştı bu üç harfi. Ali benim babamdı. Dedemin harfleri kara trene binmiş bilmediğimiz bir renge doğru yol alıyordu. Göç, bilinmeze doğru akan bir nehirdi ve birdenbire uçan bir nehir olup çağlayana dönüşebilirdi. Sınırdan geçerken sorun yaşamayalım diye annemin okuduğu Ayetel Kürsi'lerin haddi hesabı yoktu. Bulgar sınır görevlisinin üstüne püf püf dua üflüyordu. Güya çaktırmıyordu ama görevli polis bir ara dönüp anneme ters ters baktı. Duruma pek anlam veremediğinden olsa gerek eşyalarımızı kontrol etmeye devam etti. “Bir soyadı seçmemiz lazımmış” dedi babam. Bulgaristan'da soyadı yoktu. Herkes, baba ve dede adıyla anılıyordu. Türkiye'de durum farklıymış. İstediğimiz kelimeyi adımızın yanına soyadı diye alabilirmişiz. Bir görseniz, etrafımızda “Öztürk, Türkoğlu, Vatansever, Şentürk, Mutlu…” soyadları uçuşuyordu. Bense “Baba, soyadımızı ben koyabilir miyiiiim?” diye zıp zıp zıplıyordum. Kahraman babam, “Kızım ne isterse soyadımız o olsun” dedi. Ömrümün en şahane, ömrümün en onurlu kararını vermiştim. Hayran olduğum o pırıltılı kelimeyi hâlâ adımın sağında bir madalya gibi taşıyorum. Dedem benimle gurur duymuş olmalıydı. Harfler ve kelimeler, tılsım doluydu. Bunu ondan öğrenmiştim. Artık Türkiye'deydik. Edirne misafirhanesinde kaldığımız ilk gün, çok kötü bir haber, kıvrıla kıvrıla dolaşan kara bir yılan gibi dolaştı aramızda. Dedemin kızı Halime, henüz ellili yaşlarda olmasına rağmen babasını görecek olmanın heyecanıyla şeker hastalığına yenik düşüp on gün önce vefat etmiş. On gün önce! Yirmi altı yıl beklemiş, on gün önce… Büyükler bu haberi dedemden saklamaya karar verdi ama yaşı henüz çok küçük olan diğer torunu halamın vefat haberini söyleyince dedem felç geçirdi. İki gün sonra kızının yaşadığı Kayseri'ye gittik gitmesine de dedem artık konuşamıyordu. Geçirdiği felç, hem bedenini hem de dilini etkilemişti. Dedem bütün harflerini yitirmişti. Bense yeni ülkemi ve yeni şehrimi şaşkınlıkla keşfetmeye çalışıyordum. Çocuklar bizim için “Bulgarlar geldi” diyordu, bazı yetişkinlerse “Bulgar göçmenleri”. Vatan diye geldiğimiz ülkede yaşadığımız kimlik sorunu beni çok kızdırıyordu. Yeni ülkemde bazı şeyler tuhaftı gerçekten. Mesela iki buçuk lira diye bir para vardı. Buçuklu para olur mu hiç? Sağcı solcu ağabeyler ablalar birbirini kovalıyor ve öldürüyorlardı. Silahları bile vardı. Ya arkadaşlarıma ne demeli? Türkçe okuma yazma bilmediğim için hepsi beni aptal, kendilerini dâhi sanıyorlardı. Benim de harflerim vardı onların harflerine benzemeyen. Ben de onların bilmediği bir dilde (hatta Rusçayı da sayarsak iki dilde) okuyup yazabiliyordum. Deliorman ağzıyla konuşan bizler, onların yeni eğlencesi olmuştuk. “Ha hahaa, otobüse reis diyor! Ha hahaa annesine nine diyor!” Gıcıklar! Bu arada gıcık kelimesini onlardan öğrendim. Hepsi çok gıcık! Gıcııııııık! Çocuklar bazen kendilerine benzemeyene karşı çok acımasız olabiliyorlar. Onları dedeme şikâyet etmek için koşa koşa yanına gidiyordum. Canım dedem! Benim için kuşağında meyve, şeker, kabak çekirdeği taşıyan tonton dedem, akıllım dedem, artık konuşamuyor tek kelime bile söyleyemiyordu. Hatta Türkiye'ye geldikten sonra hiç gülmedi. Ne gülmesi, gülümsemedi bile. Acaba korktuğu şey mi gelmişti başına? Hani bir vakitler ben sorduğumda sustuğu, kızını göremeden ölmek korkusu muydu? Cezayir mavisi gözleri, cezalı iki mavi göl gibi tavana bakıyordu. Erciyes Dağı nedense hep öfkeliydi. Öfkesinden bütün ağaçlarını yemiş olmalıydı. Çıplaktı. Taş kadar, su kadar çıplaktı. Özlemenin ne demek olduğunu artık iyice öğrendim. Masaldan masala sallandığım kış gecelerini düşünüyorum ya da hayal ediyorum. Düşünmekle hayal etmek aynı şey mi bilmiyorum, keşke bunu dedeme sorabilseydim. Kitaptan gemilerle kaçıyorum bazen bu şehirden. Naneli şeker tozlarını, bahçedeki armut ağacına kurulu salıncağımı ve bizim olan evi ve bizim olan bahçeyi ve bizim olan sokağımızdaki ateş böceklerini çok özlüyorum. Dedem tavana bakmasın, bana baksın istiyorum. Bana “Alme!” desin istiyorum. Galiba artık dedemi daha iyi anlıyorum. O ise yatağında upuzun yatıyor ve yok numarası yapıyor. Dedem yok mu gerçekten? Bazen şüpheye düşüyorum. Uzun sürmedi bu durum, Türkiye'ye geldikten tam on üç gün sonra dedem aldı kendini gitti. Giderken kimseye bir şey söylemedi. Sanki dünyadan çıkmak için gelmişti buraya, sanki başka çıkış kapısı yoktu dünyanın... Sessizce gitti dedem, hiç harfi yokmuş gibi. Erciyes'in gölgesine ektiler dedemi, kızının yanına. Koskoca bir imparatorluğun bu iki göç mağduru, yan yana yatıyorlar şimdi aynı mezarlıkta. “Göçmenler niye hep ev yapma, ev alma telaşında?” Bu soruyu çok duydum. Genlerine işlenen ait olamama duygusundan bence. Kayseri'ye geleli henüz beş altı ay olmuştu ki göç çanları çaldı yine. Çünkü babam, yerleşmek için bizim tokatlarımıza benzeyen bir renk arıyordu. “Gitme zamanı!” dedi babam. “Nereye?” dedi annem. “Dağımızı bulmaya!” Halime YILDIZ, Nöbettepe Dergisi