*** Benim sessizliğim cellatları yordu. Pes ettiler. Başka bir gün elime kazma, kürek ve iki asker eşliğinde tenha bir yerde mezar kazdırdılar. Herhalde gece çığlı kesilenin mezarını kazıyorum diye düşündüm. Subayın biri benim mezara yatmamı emretti. Yüzüm çamura dönük mezara yattım. Başımın iki yanına birer kurşun sıktılar, ama acı hissetmedim. Çamura, başımın hemen yanına birkaç kurşun daha saplandı. Kulaklarımdaki, beni sağır eden o tiz ses kayboldu. Onların iğrenç kahkahalarını duyabiliyordum, yaşıyordum.
PAYLAŞ
Sigaranın dumanını içine çekti. Sonra da uzun uzun üfledi. Sanki içindeki sıkıntıyı dumanla boğup, dışarıya üfleyip kurtuldu.
Yarım saate yakın hoş geldin muhabbetleri, dereden sudan muhabbetler. Bay İvan köyde bizim komşumuz, yani babamların. Babamla ikisi arkadaş, çocuklukları hep birlikte geçmiş. Onun ev ile bizim evin arasında olsa olsa 150 metre kadar bir yer. Bir damacana süt getirmişti. Annem hemen damacanadaki sütü bir tencerenin içine boşalttı ve sobanın üstüne koydu. Sütün parası teklif edildi, ama Bay İvan el hareketi ile kesinlikle almayacağını:
“Allah aşkına yapmayın. Aramızda paranın lafı mı olur. İnek zaten iyi süt veriyor. Biz nineyle ne kadarını içeriz. Bize fazla geliyor arkadaşım. Mustafalara verdim, bunu da size getirdim. Para teklif etmeyin, lütfen. Afiyet olsun .”
Türkçe konuşuyordu. Bir Bulgar, Türklerin daha fazla oldukları bir ortamda bilirse Türkçe konuşmaya gayret gösteriyordu. Bu bizim köy için geçerliydi sadece, genelde herkes karşısındakini dikkate almaksızın kendi dilinde konuşuyordu. Ama nezaketten Bay İvan Türkçe, biz ise Bulgarca konuşuyorduk.
Yanan sobanın sıcaklığında sohbette çok sıcak ve samimi akıp gidiyordu. Bay İvan bana döndü:
“Duyduk senin geldiğini, nineyle çok sevindik. O da gelmek istedi ama bacaklarından zoru var be, çocuğum. Babanlar burada yapayalnız kaldılar. Sen onları al yanına, sürünmesinler bu köyde. Kimseleri kalmadı. Ben ara sıra geliyorum ama bizim de yaşımız malum, yetersiz kalıyoruz. Yaşlandı baban da annen de, bakıma muhtaçlar.”
Benim yerime babam:
“Ben babamın, dedemin topraklarında öleceğim. Hiçbir yere gitmem, beni bu evden çıkarmayın.” –diye cevapladı.
Sessiz kaldım, sadece olur şeklinde başımı salladım. Halbuki hazırlıklara başlamıştım bile. Serbest göçmen olarak, parçalanmış ailelerin birleşmesi için kanunun çıkmasını bekliyordum. Babamlara söylememiştim, boşuna umut vermek istemedim. Ama sağ olursak, kesinlikle yanıma alacaktım.
1989 yılında ailemle birlikte Türkiye'ye zorunlu göç etmiştim, ama babamlar Bulgaristan da kaldılar. Bizim göçümüz aniden olmuştu, hemen ayaklanmalardan sonra yola çıktık, eşya almadan, bir nevi sınır dışı edilişti bizim göçümüz.
Vedalaşmak için vakit bile bulamamıştım. Bir ay sonra ağabeyim de babamları bırakıp, o da göç etmişti. Ve iki yaşlı insan büyük bir evin küçük odasında buruk bir hüzünle baş başa kalmışlardı. Üç gün önce, beş yıl aradan sonra onları ziyarete gelmiştim. İlk gün bizimkilerden hiç ayrılmak istemedim, onları çok özlemiştim. Komşular akrabalar hoş geldin ve gözün aydına gelmişlerdi. Bazıların akrabaları Türkiye de oldukları için beni soru yağmuruna tutuyorlardı.
Herkesin bir parçası Türkiye de yaşıyordu. 1878 Rus Harbi'nden beri aileler hep parçalanıyordu. Göçler belirli aralıklarla hep oluyordu. Ateşten gömleği giyen yola çıkardı. Ve arkalarında hep hüzün, gözyaşı bırakıyorlardı. Sevdiklerinden ayrı düşmek çok zordu. Istırap, özlem dolu seneler hiç geçmiyordu. Nihayet beş sene sonra tekrar kavuşmanın sevincini paylaşıyorduk.
Sıcak ıhlamur çayından ufak ufak yudumlarken sohbetimiz de koyulaşıyordu. Bay İvan'la sadece komşu olarak bir iki defa kısa muhabbetlerimiz olmuştu. Genelde selamımızı verip geçerdik. Kendisi Varna da oturuyordu ve hafta sonları köyde görüşüyorduk. Muhabbeti çok hoştu, sıcaktı. Sanki babamla değil de benimle arkadaştı.
“Bu yürüyüşlerle, başkaldırmakla, isminizi, haklarınızı geri istemekle, bu bizim burada yaşayan Bulgar halkına örnek oldunuz. Koyun gibi yaşayanlara yol gösterdiniz. Demokrasiye giden yolu çizdiniz. O yolda nasıl yürüyeceklerini, nasıl ilerleyeceklerini söylediniz. Karanlık ormanın içinden açılan yolda kim yürümez ki. Şimdi bak bu ülkede artık herkes hür, o komünizminin dikenli boyunduruğunu çöpe attı bu halk. Sizin çok büyük emeğiniz var, evlat .”- dedi Bay İvan.
Çayını yudumladı. Sunduğum pişmaniyelere, kuru yemişlere dokunmadı.
“ İyi ki başlarına bir şey gelmeden kurtulup göç ettiler ana vatana. Belene de yer kalmamıştı diyorlar. Allah hepimizi korudu. “ –dedi annem ve bana dönerek
–“Bay İvan bir zamanlar da Belene de yatmış. Nasıl bir yer olduğunu ondan daha iyi bilen yok .”
Masada duran sigara kutusundan bir sigara aldı. Derin bir nefes. Sigaranın dumanını içine çekti. Sonra da uzun uzun üfledi. Sanki içindeki sıkıntıyı dumanla boğup, dışarıya üfleyip kurtuldu. Bir elinde tuttuğu kalpağı istem dışı sıkıp bıraktı. Yara büyüktü, derindi.
“Eh, eh yıllar. Evlat, beni orada öldürdüler. Evet, evet öldürdüler. Yanlış duymadın. Oraya cıvıl cıvıl etrafına neşe saçan bir delikanlı olarak götürdüler ve benim hayatımı, geleceğimi yok ettiler. Okumayı çok severdim ve babamın da beni okutmaya gücü vardı. Senin deden gibi o da köy ağası idi. Varna'da üniversitede okuyordum, ziraat mühendisi olacaktım ama olmadı. İkinci Dünya savaşından sonra Bulgaristan'ı Sovyetler işgal etmiş ve buradaki komünistlerle birlikte Sovyet rejimli bir yeni hükümet kurulmuştu. Özgürlüğümü kısıtlayan rejimi sevememiştim, hatta karşı çıkıyordum. İsyankâr ruhumu kontrol edemiyordum. Benim gibi birkaç zengin çocuğunu, genelde sivri olanları bir gece yarısından sonra kelepçelenmiş ve gözlerimiz bağlı, kamyonla uzun bilinmeze doğru yola çıktık. Aramızda hiç konuşmadık, sadece egzozun yırtık sesi duyuluyordu. Tahminime göre kamyondan inmeden salla sudan geçtik. Gözlerimizdeki bağları çıkardıkları zaman hava yine karanlıktı.
Biz neredeydik? Bir derme çatma, yarısı toprak altında olan koğuşa tıkıldık, hayvan gibi. Burası Belene ölüm kampı imiş. Daha doğrusu Belene kasabasına bağlı Persin adası. Tuna nehrinde gözlerden ırak büyükçe bir ada. Ölüm kampı için özenle seçilmiş yer. Gece boyunca çığlıklar kulaklarımızı sağır edecek kadar çoktu. Her yerden bağırma sesi duyuluyordu. Sonra aniden kesiliyordu ve başka bir çığlık göklere yükseliyordu. O da çok geçmeden kesiliyordu. Kim bu çığlık atanlar ve onlara çığlık attıranlar kimler. Neden? Şimdi çığlık atma sırası bize mi gelecek? Yanımda arkadaşlara baktım. Çoğu benim yaşta ama daha yaşlıları da vardı. Çekilmez basık, tiksindirici, ürpertirici, çaresiz bir hava vardı. Gözlerde korku vardı. Sabah dışarıya çıkardıklarında cıvık çamur ve soğuk sisli bir hava vardı.
İçtima için sıralara dizildik ve isimlerimiz okunmaya başladılar. Ve alman kurt köpeklerini zor tutuyorlardı. Bıraksalar insanı anında parçalarlar. Etrafımızda silahlı askerler dolaşıyordu. Biri gelip beni seçti. Arkadaşlarıma bakamadım bile. Bir odada odunla acımasızca dövdüler, suçumu söylediler. Rejime karşı arkadaşlarımla birlikte bir organizasyon içindeymişiz, ayrıca babam da zenginmiş. Çiftçi partisinin bölge sorumlusuymuşum, alakası yoktu. Dayak için bir sebep bulacaklardı ya. Sopalar acımasızca inmeye devam etse de gıkımı çıkarmadım. Çığlık atsam belki daha az vururlar diye geçti bir an alkımdan, ama yine de dişlerim yerinde olduğu süre sıkmak zorundayım. Zayıf düşmeyeceğim, pes etmek yok, kararlıydım. Öleceksem sessiz öleyim. Buradan çığlımı kimse duymayacaktı ki. Benim çığlıklarım onları cesaretlendirecekti ve daha acımasızca döveceklerdi.
Benim sessizliğim cellatları yordu. Pes ettiler. Başka bir gün elime kazma, kürek ve iki asker eşliğinde tenha bir yerde mezar kazdırdılar. Herhalde gece çığlı kesilenin mezarını kazıyorum diye düşündüm. Subayın biri benim mezara yatmamı emretti. Yüzüm çamura dönük mezara yattım. Başımın iki yanına birer kurşun sıktılar, ama acı hissetmedim. Çamura, başımın hemen yanına birkaç kurşun daha saplandı. Kulaklarımdaki, beni sağır eden o tiz ses kayboldu. Onların iğrenç kahkahalarını duyabiliyordum, yaşıyordum.
Kurtulmanın sevincini tarif edemem sizlere. Ama kursağımda bıraktılar, evlat. Üzerimi killi toprakla kapatmaya başladılar. Kâbus devam ediyordu. Toprağın ağırlığından ciğerlerimde nefesim yetmemeye, sanki kafamdaki nabzım değil de balyoz darbeleri. Beni diri diri gömeceklerdi. Çok korkmuştum. Üzerimdeki toprak çoğaldıkça nefesimi alamaz oldum. Kıpırdamaya, tepinmeye daracık mezarın içinde neredeyse imkânsızdı. Ciğerlerim her an parçalanacakmış gibi ağrıyordu. Ağzım toprakla doluydu nefesimi alamıyor ve kısacık hayatım gözümün önünden film şeridi gibi geçiyordu. Üşüyordum. Evet, evet, evlat, film başladı ve bitti .”
Yaşlı adam ikinci sigarayı yaktı. Birincisinden sadece bir kere çekmişti, külü tablanın yanına, masanın üstüne düşmüştü zaten. Yine derin bir fırt çekti:
“ Parlak ışıklar gözümün önünden geçiyordu. Beyaz huri gördüm, ama bana sadece bakıyordu. Benim geldiğime sevinmemişti. Acaba başka hurileri mi beklemem gerekiyordu. Bir şimşek, ardından bir şimşek daha ve bir şimşek daha gözlerimin önünde çakıyordu. Kendime geldim. Cennetin yolculuğuna, hurilerle buluşmama ramak kalmışken, tekrar cehennemin ateşine, zebanilerin eline düşmüştüm. Pala bıyıklı biri beni tokatlıyordu. Üzerime kovayla su attılar. Hayata ağzımdaki toprağı tükürmekle sarıldım. Yaşıyordum.
Sevinemedim. Korkudan, sıkıntıdan altımı ıslatmıştım. İnce bir bardak kırar gibi, benim insan olarak gururumu, umudumu, yaşama isteğimi çizmelerinin altına alıp ezmişlerdi. Artık hiçbir şeyden korkmuyor, hiçbir şey de umurumda değildi. Ölüm kurtuluş olurdu. Keşke başımın yanına sıkılan mermilerden biri ıskalamasaydı, kurtarıcım olurdu. Diri gömülmekten daha korkunç bir şey yok. Lanet olsun, gerçekten de ölümün en korkunç yüzünü o toprağın altında gördüm. Yaşayan ölü gibi, ruh gibi olmuştum. İsyankâr ruhumu yumuşak oyun hamuruna dönüştürmüşlerdi. Bu saatten sonra daha ne kadar yaşayacağıma, beni nasıl öldüreceklerinden zerre kadar umurumda değildi. Hayatın baharını yaşamadan sönmüştüm.
Gözlerimde o neşeli parıltı, pil gibi tükenmişti. Bir yaralı aslan gibi kükremek, ciğerlerimden soluğum boşalıncasıya kadar bağırmak, isyanımı bütün dünyaya duyurmak, dünyanın kulaklarını sonsuza kadar çınlatmak istiyordum ama sadece tırnaklarım avuçlarımın içine batana kadar yumruklarımı sessizce, nefretle sıkıyordum.”
Odanın içindeki sessizliği sadece sobanın içinde yanan odunun çıtırtısı ve çaydanlığın sesiydi. Bir yudum çay, bir fırt duman ve hikayesine devam etti:
“Başka bir gün ise bana darağacı yaptırdılar. Böyle işler elimden geliyordu ama o darağacı bana, benim içindi. Uzun ipin ucundaki ilmeği boynuma geçirdiler ve iki üç asker kuvvetlice çekmeye başladılar. Düşmanca boynuma sarılan ilmek sıktı ve beni yukarıya kaldırdı. Can havli ile tepinmeye, ellerimle ipi yakalamaya çabalıyordum ama nafile. Ellerimi ilmiğin altına sokmak, ayaklarımla bir yerlere sarılmak nefesimi daha uzun süre tutmak istiyordum ama olmuyordu.
Film yine başlamıştı. Arkadaşlarımla meyhanelerde eğleniyorduk. Kemancı tango çalıyordu. Sevgilimin dalgalı siyah saçlarını parmaklarımın ucu ile okşuyordum ve kulağına aşk fısıldıyordum. Köyde kuzuların peşinden koşuyordum. Yeni doğmuş köpek yavrularını öpüyordum. Yeşil otlarda gözlerim yumuk sırt üstü yatıyordum ve güneş sevgi ile beni okşuyordu. Annem salçalı ekmeği bana uzatıyordu. Babam ellerine beni almış ve havaya, parlak bir ışığa doğru zıplatıyordu. Uçmaya başlamışken birden yere, çamura düştüm. Başıma bir kova su ile kendime geldim. Dilim ağzıma sığmıyordu, kulaklarım kesintisiz tiz bir sesten başka hiçbir şey duymuyordu.
Bir süre çamurda yattıktan sonra, kalkmam için karnıma bir tekme yedim. Kalkmaya çalıştım ama olmadı. Gözümün önünden gördüklerim birbirine karışıp, kayıp gidiyor. Dengemi kaybettim, yere yığıldım ve beni orada çamurun içinde yatarken bıraktılar. Darağacının sağlamlığını ispatlamıştım! Gelenler çok, giden yoktu. Gerçek ölüm kampıydı. Gökyüzünde sadece leş kargaları dolaşıyordu, başka kuş yoktu, sivrisinekler ise çok iri ve acımasızlardı. Ara sıra baykuşun acı feryadını duyuyorduk. Kuvvetli yağmur sonrası insan kemikleri çamurun üstüne çıkardı. Toprağın altında kim bilir daha ne kadar vardı. Bunlar benim de domuzlara yem olarak götürdüğüm ölen arkadaşlarımdan geri kalanlardı. Domuzlar insan eti ile besleniyordu. İnsanlık dışı işkenceler orada bulunanlara ve işkence sonucu ölenlere de saygı yoktu. Apar topar gömmeye, kendi ayıplarını örtmeye çalışıyorlardı. Cesetler yandaki adaya kıyıdan iki metre uzaklığa kuma kazılmış yarım metre var yok bir kuyu içine acele bir şekilde gömülüyorlardı. Cesetler sadece bulunduğumuz Persin adasından değil, başka kamplardan da geliyordu.
“Paketler” Loveç teki “Slınçev brag“kampından da bu adaya gömülüyorlardı. İkinci Dünya savaşı başlamadan önce Hitler'in Sovyetlerle arası çift taraflı barış ve yardımlaşma içindeydi. Voroşilov'un Ribentrop'a gösterdiği Sibirya'daki toplama kamplarını örnek almış olan Hitler Auschwizt, Dachau gibi toplama ve ölüm kamplarını kurmuş, acımasızca Yahudileri öldürmüş ama bu bizim köpekler kadar olamamış.
Bunlar, kendi halkını, ayni dine sahip olanları yok etmeye çalışıyorlar. Hitler bunların eline su dökemez, sınıfta kalmıştır. O Hitler, var ya, o Stalin'in kötü öğrencisiydi. Evlat, ben daha neler gördüm, neler yaşadım bir ben, bir Tanrı bilir. Bizler, komünistlere karşı kötü bir şey yapmadık ki! Neden bize o kadar kötü davrandılar? Neden? Niçin insan insana böyle vahşet yaşatır ki? Bu güzel dünya o kadar büyük ki, hepimize yetecek kadar büyük.
Peki, neden güzellikleri paylaşamıyoruz. Nefes aldığımız hava, bastığımız toprak, içtiğimiz su Tanrının bize bolca, hepimize yetecek kadar vermiş. Paylaşalım! Evlat, bu dünyada bir varız bir yokuz. Bizler barış içinde yaşarsak, çocuklarımızın yüreklerine sevgi aşılarsak, bu dünya çok, çok daha güzel ve yaşanır bir yer olacak. Bizim elimizde. Çıkamayacağımız dediğimiz cehennemden bir sonbahar günü çıktım. Çıktım çıkmasına da, asıl o zaman beni öldürdüler. Evet, evet kamptan serbest kalınca öldüm. Okuluma devam edemedim, yasak dediler. İş aradım, vermediler. Keseri elime alıp ötede beride ekmeğimi çıkardım, ama Ziraat Fakültesi'nde okumak benim için sadece hayal olarak kaldı. Babamın tarlalarında bilinçli tarım yapacaktım, tarlalarını zorla elinden aldılar. Ayni senin dedenin tarlalarını aldıkları gibi ama senin dedenin ilk önce sağlını elinden aldılar, sonra malını mülkünü.
Neyse, evlat. Benim çocuklarım çok zekiydi. Üniversite okuyamadılar, çünkü yasaktı, babaları damgalıydı. Torunlarıma da yüksekokulların kapıları kapalıydı. Benim gibi, onları da damgaladılar. Üç kuşağın geleceğini kararttılar. Hür olsan ne yazar. Belene'de bana yapamadıklarını, çocuklarıma, torunlarıma yaptılar. Beni öldürselerdi daha iyi olurdu, çocuklarım olmayacaktı…
Böyle hepimizin geleceğini yok ettiler. Yaşasan ne olur? Bizlerden geçti artık, evlat. Bundan sonraki nesiller demokrasiyi iyi değerlendirilmeli. Sizin de epey başınızı ağrıttım, zamanınızı aldım. Kusura bakmayın, çenem biraz düştü de. O günleri hatırlamak istemiyorum ama onlardan da kaçamıyorsun. Çocuklarıma ve torunlarıma bu kadar detaylı anlatmadım. Belki rejime kinlenirler diye söylemedim. Öfkeli insan çok hata yapar. Zarar görmesinler diye, söylemedim.”
Odada bir sessizlik çöktü. Çaydanlığın çıkardığı ses duyuluyordu sadece. Anlatılan anının etkisini bir süre üzerimden atamamıştım. Misafire sigara kutusunu uzattım.
“Ben sigara içmiyorum, sende içme evlat, zararlıdır .” – dedi Bay İvan ve ayağa kalktı.
Kalpağını başına taktı ve ağır adımlarla kapıya yöneldi. Küçük bir poşet eline sıkıştırdım:
”Nineye benim selamlarımı söylersin.”-dedim.
Bay İvan'ı sokağa kadar uğurladım ve arkasından evine gidene dek baktım. Yerler buz tutmuştu. Yaşlı adam dikkatli, yavaş adımlarla evinin dış kapısına vardığında bana doğru baktı, elini kaldırdı “tamam” der gibi ve içeri girdi. Hava epey soğumuştu. Yıldızlar açık gökyüzünden yerdeki kara göz kırpıyordu.
Dolunay:
“Evet, ihtiyar adamın söyledikleri doğru, ben gördüm, şahittim olan bitene“ der gibi başını salladı.
Köy beyaz yorgan altında kış uykusuna yatmıştı. Karşı mahalleden kısa köpek havlaması duyuldu ve köy tekrar sessiz, derin uykuya geçti. Bacalardan çıkan duman düz bir şekilde gökyüzüne yükseliyordu. Sakin hava, buz gibi sessizlik vardı. Yarın hava güneşli olacağından emindim.