Seni dokuz ay karnında taşıyan, bir parça etten yetiştirip büyüten o ananın büyüklüğünü nasıl olur da bilmezsin? Gece uykusundan almış, beşiğini sallamış, başucunda yanık yanık ninniler söylemiş. Adım atmasını, ekmek-su istemesini öğretmiş sana. Namus demiş, haysiyet demiş ana! Geceleri gündüzlere katarak, yağmur-çamur dememiş, çalışmış. Evlatlarım rezil olmasın diye, yememiş yedirmiş, giymemiş giydirmiş. Kendisi okuyamamış ama evlatlarım okusun demiş, okutmuş. Bu yüce anayı nasıl bilmezsin sen? Onun öyle büyük bir kalbi vardır ki, dünyaya yeter. Sadece sevgi ve iyiliklerle doludur.
PAYLAŞ
ANA
Gene açtı ağzını gelin. Aklına eseni okuyordu. Yan tarafta oturan, saçlarına beyazlar yürümüş kadıncağız da bir şeyler demek istiyor ama ötekisi aman vermiyordu ki. Yorgunluğuna yorgunluk, acısına acı katıyordu. O ise yaya gelmişti köyden. Bir tebessüme, tatlı bir söze muhtaçtı. Darılmışlardı ya birbirlerine. Kaç aydır görüşmemişlerdi. Kadıncağız, dayanamamış, çekip gelmişti işte...
Gelinin çenesi, durmak bilmeyen bir makine gibi çalışıyor, yorulmaksızın hücum ediyor, söylüyor da söylüyor...
Mehmet, birden ayağa fırladı. Kafasında şimşekler çakıyordu. İki adım ilerledi, sonra durdu. Kadın anası, diğeri ise karısıydı. Bağırmak, haykırmak geliyordu Mehmet'in içinden, ne var ki beceremiyordu. Ne yapacağını bilemiyor, bir karara varamıyordu.
Odanın ortasında, donuk bir heykel gibi, dimdik dikiliyordu. Bir müddet bakıştılar. Ortalığa acı bir sessizlik çöktü. Âdeta koşarcasına, o tatlı ve çıngırak sesiyle Vildan girdi odaya:
" Babacığım, öğretmen, bize ödev olarak, bir kompozisyon yazısı verdi. Konu "Ana." Nereden başlayacağımı, neler yazacağımı bir türlü bilemiyorum. Ne olur bana yardım et!" dedi.
Baba, kızının altın renkli, uzun ipek saçlarını okşayarak, başını salladı:
" Nasıl olur da bilmezsin bunları?" diye başladı. Seni dokuz ay karnında taşıyan, bir parça etten yetiştirip büyüten o ananın büyüklüğünü nasıl olur da bilmezsin? Gece uykusundan almış, beşiğini sallamış, başucunda yanık yanık ninniler söylemiş. Adım atmasını, ekmek-su istemesini öğretmiş sana. Namus demiş, haysiyet demiş ana! Geceleri gündüzlere katarak, yağmur-çamur dememiş, çalışmış. Evlatlarım rezil olmasın diye, yememiş yedirmiş, giymemiş giydirmiş. Kendisi okuyamamış ama evlatlarım okusun demiş, okutmuş. Bu yüce anayı nasıl bilmezsin sen? Onun öyle büyük bir kalbi vardır ki, dünyaya yeter. Sadece sevgi ve iyiliklerle doludur.
Ne yazık ki, biz evlatlar, çoğu zaman bu sevgiden kaçıyoruz kızım. İtiyoruz onu. O anayı yalnız başına bırakıp uzaklara kaçıyoruz, arkamıza bakmadan, arkamıza dönmeden. O, bizim için gözyaşları döküyor, fakat darılmıyor bize. Yolumuzu gözlüyor her gece, belki gelirler de kapıyı-pencereyi tıklatırlar diye. Biz de bir gün onu hatırlasak, bir çift ayakkabı veya bir kat elbise alıp gelsek, dünyalar onun olur, sevinçten ağlar o ana kızım. Biz, onu unuturuz, o, bizi unutmaz. Daire deriz, araba isteriz. Sonra da darılırız, aylarca, bazen yıllarca konuşmayız. Altımızda otomobil vardır, ancak gidip görmeyiz onu. Ama o, yaya gelir. Gelir bulur bizi. Anadır o, bilir. Hiçbir şey istemez bizden, bir tatlı söz, azıcık şefkat arar. Biz bunun farkına bile varamayız, incitiriz onu. Usumuza geleni, ağzımıza düşen her lafı söyleriz. O, yine evladına darılmaz, affeder onu. Tanıyamazsın, bilemezsin sen o anayı. Zaten nereden bileceksin? Biz de bilmiyoruz ya! Belki de öğreniriz kızım. Bir gün o ananın mezar taşına yazacağımız yazıyı okumazdan önce öğreniriz belki..."
Mehmet, konuşuyor da konuşuyor. Sanki yıllardır ağzında kilit varmış ve şimdi kilit defedilmiş de, konuştukça konuşası geliyordu. Bir an sustu. Etrafına baktı. Başını kaldırmaya cesaret edemeyen karısı, boynunu bükmüş, yere bakıyor, yan tarafta oturan ana da nasırlı avuçlarıyla ıslak şakaklarını siliyordu. Kızı Vildan ise her şeyi unutmuş gibiydi. Sadece ananın yüceliğini düşünüyor, güzel ve parlak gözleriyle uzaklara, çok uzaklara bakıyordu...