ANA DİLİNİ SEVMEDEN VATAN SEVİLMEZ

Bir milleti mahvetmek için onun başına atom bombası yağdırmak gerekmez. Manevî değerlerini, dilini, edebiyatını ve tarihini zedelemek, hafızasından silmek yeter. 180 yıl Rus boyunduruğunda, başka bir halkın yumruğu altında yaşadığımız hâlde biz, millî varlığımızı, yani ana dilimizi ve ana edebiyatımızı koruyup yaşatarak bir millet gibi yaşayıp 'asimile' olmadık. Esarette olduğumuz zamanlar Dede Korkut, Köroğlu gibi destanlarımız, Fuzûlî, Nesîmî, Vâkıf, Sâbir gibi şairlerimiz hangi milletin evlâdı olduğumuzu kulaklarımıza fısıldayıp bizi millet gibi koruyup yaşattılar.

ANA DİLİNİ SEVMEDEN VATAN SEVİLMEZ

Ana dili en başta anneden, sonra yakın aile çevresinden, sonra da ilişkide bulunulan çevrelerde öğrenilen, insanın bilinçaltına inen ve bireyin toplumla en güçlü bağlarını oluşturan dildir. İnsan bedenen içinde bulunduğu çevre ve şartlara çok sıkı bağlarla bağlı olduğu gibi zihnen de bağlıdır. Kan bağı ile bedende görülen atalara benzerliğin zihinsel ve ruhsal eylemler için de söz konusu edilebileceği çok güçlü bir şekilde dile getirilmektedir. Bu çerçevede, insanda doğuştan bulunan dil yeteneği ile ana dili arasında da güçlü bir bağ vardır.

Daha ilk okula başlamadan çocuğun dil mekanizmasının çok mükemmel bir kullanıcı seviyesine ulaştığı, hiçbir bilgisayarın bu aşamada onun dil edinimi becerisiyle kıyaslanamayacağı söylenir. Ana dili – burada kişinin konuştuğu ilk dil anlamında kullanılmıştır – içinde bulunulan cemiyetten kendiliğinden, farkında olunmadan edinilir ve kültürel araçlarla nakledilir, geliştirilir. Bu, o cemiyete bağlılığın getirdiği zorunlu bir edinimdir. İlk öğrenilen ya da öğrenilmesi gereken dilin gerçek ana dili olup

olmadığı konusunun tartışmalı bir konu olduğunu hatırlatarak iki dillilik konusunun da söz konusu tartışmaya ışık tutacağını söyleyebiliriz. İki dillilik (bilingualism) konusunda yapılan yorumlara göre kişinin iki dili de aynı derecede bilmesi hemen hemen söz konusu değildir. Bu durumlarda da ilk öğrenilen dil her zaman, sonradan öğrenilen dilden baskındır ve sonradan öğrenilen dil, birincinin yüzeysel bir tercümesi gibidir.

Çocuk ile anne arasındaki güçlü bağ beden diliyle, gönül diliyle, ruh diliyle ve en önemlisi sözlü dille oluşturulur. Bu dilin niteliği, sözü edilen iletişim etkinliklerinin niteliğiyle doğru orantılıdır. Çocuk için anne, bir sevgi masalıdır, dili ise masalların en güzeli. İngiliz filozofu G. Dokl der ki: “Dâhilerin çoğu babalarından ziyade analarından öğrenmişler ve ana terbiyesi ile yücelmişlerdir.” Leonardo da Vinci anasının dizinde dinlediği masallarla yetişmiştir. Vatan ve anne nasıl sevilmesi gerekiyorsa dil de öyle sevilmelidir; bu bilinç önce ailede, belki de önce masallar aracılığıyla verilmelidir. Çünkü başta da işaret edildiği üzere, çocuğun dünyayı algılayışı öncelikle kendisine öğretilen ana dili iledir. Başlangıçta onun dünyasına en uygun tür ise masaldır. Ana dili, bağlı olduğu toplumun geçmişten geleceğe bütün değerlerini kuşatır.

Bahtiyar Vahapzade, Ahmet Kabaklı'ya yazdığı ve 1977 yılında Türk Edebiyatı Dergisi'nde yayınlanan yazısında şunları söyler:

“Bir milleti mahvetmek için onun başına atom bombası yağdırmak gerekmez. Manevî değerlerini, dilini, edebiyatını ve tarihini zedelemek, hafızasından silmek yeter. 180 yıl Rus boyunduruğunda, başka bir halkın yumruğu altında yaşadığımız hâlde biz, millî varlığımızı, yani ana dilimizi ve ana edebiyatımızı koruyup yaşatarak bir millet gibi yaşayıp ‘asimile' olmadık. Esarette olduğumuz zamanlar Dede Korkut, Köroğlu gibi destanlarımız, Fuzûlî, Nesîmî, Vâkıf, Sâbir gibi şairlerimiz hangi milletin evlâdı olduğumuzu kulaklarımıza fısıldayıp bizi millet gibi koruyup yaşattılar. Vahapzade, K. Pautovski'nin şu sözünü de anar: “Her bir insanın, kendi ana diliyle münasebeti onun medenî seviyesiyle beraber vatandaşlık çabasını ortaya koyar. Ana dilini sevmeden vatanı sevmek mümkün değildir.

Anneler ve babalar, mutlaka çocuklarının ilk öğretmenleri ve eğitmenleri olmak zorundadırlar. Devlet de varlığını koruyabilmek için okullarında en başta ana dilini seven, ondan zevk alan ve onu en iyi şekilde kullanmaya çalışan bireyler yetiştirmek zorundadır. Devletin eğitim-öğretim politikasında böyle bir amaç etkin olarak güdülmediği sürece kısır döngü sürüp gidecektir.

Öğrenci sayısı, öğretmen sayısı, okul sayısı hiçbir şey ifade etmez. Bir ülkenin gençleri liseyi bitirinceye kadar ülkenin resmî dilini v ekendi ana dillerini, yanlışsız kullanabilme becerisini kazanamıyorlarsa bütün bu sayılar sıfıra denk demektir.

Yeni kuşakların ana dillerine saygı duymalarını, özen göstermelerini sağlayacak eğitim ve öğretim olanaklarını yaratacak koşulları oluşturmak bakımından en büyük görev devlete düşmektedir. Dil bakıldıkça büyüyen bir ağaçtır...

Prof. Ali ÇAVUŞOĞLU

Bakmadan Geçme