ALADAĞ ETEKLERİNDE YÜRÜMEK...
Eşim ve ben, her sefer olduğu gibi, aracımızı Sırtköy camisinin yanına bırakıp, yürüyerek Kışlalık'a doğru dağ yokuşunu tutuyoruz. Bizleri bir iki saatlik zorunlu bir yol macerası beklemekte. Yolumuzun iki tarafında çam ağaçları yükselmekte. Karşı yakadan ise mağrur ve efsanevi Aladağ tepesinin kayın ormanları bize el sallamakta.
ALADAĞ ETEKLERİNDE YÜRÜMEK...
Yıllar nasıl da hızlı gelip geçmekte. Belirli bir yaştan sonra artık bizim için ölüm ki kaşla göz arasında; ölüm ki dudakla söz arasındadır. Bu yüzden artık, fazla bir tecrübem olmamasına rağmen, bazı anılarımı kaleme almaya niyetlendim.
Son yıllarda sürekli Türkiye - Güney Afrika - Bulgaristan üçgeninde gidip gelmekteyim. Bu seferki istikameti ise memleketim Rodoplar'a doğru olacak.
Yaşamım boyunca, belki de, az insana kısmet olmuş, sevinç ve mutluluk dolu anlarım oldu. Keder ve acıyın yanı sıra, çok güldüğüm ve ağladığım anlarım da olmuştur.
Yaşım ilerledikçe, içimdeki memleket özlemim çoğaldıkça çoğaldı, kabardıkça kabardı. Ben Tozçalı köylerinde doğdum ve yetiştim. Bu köy vaktinde Rodoplar'ın en büyük Türk köyüydü. Eğridere'nin Kışlalık köyüne ise gelin olarak gittim.
Bundan dolayı her yıl ailecek Eğridere'ye yolumuz düşer. Liramız, Levaya karşı her ne kadar değer kaybetmiş olsa da, biz bu hevesimizden asla vazgeçmeyiz, çünkü Aladağı'n eteklerinde bizi bekleyen kardeşlerimiz var. Kabristanlarda duamıza muhtaç ecdatlarımız yatmakta...
***
Eşim ve ben, her sefer olduğu gibi, aracımızı Sırtköy camisinin yanına bırakıp, yürüyerek Kışlalık'a doğru dağ yokuşunu tutuyoruz. Bizleri bir iki saatlik zorunlu bir yol macerası beklemekte. Yolumuzun iki tarafında çam ağaçları yükselmekte. Karşı yakadan ise mağrur ve efsanevi Aladağ tepesinin kayın ormanları bize el sallamakta.
Bizim dağ yollarında yürümek, artık alışık olduğumuz Beylikdüzü parklarında gezinmeye pek benzemez. Temiz oksijen ve keskin çam kokusu, adeta bizi narkozlamakta. Unutmaya yüz tutmuş kuş sesleri, kulaklarımızın pasını silerken, bazen önümüzden sıçrayarak ürkek ceylan yavruları gelip geçmekte. Belli ki, insansızlaşan dağların sükunetini ve ahengini birazcık bozmaktayız. Artık yabancısıyız buraların. Dağ bile küsmüş bize...
Hafif bir Nisan yağmuru çiselemeye başladı. Esen ılık rüzgar sadece yüzümüzü okşamıyor, çam dallarını da el ele tutuşturup biri biriyle dans ettiriyordu.
Kuş sesleri ve rüzgar uğultusu eşliğinde, attığımız her adımda, sanki tamamen özgürlüğün ve zamanın farklı boyutlarını hissedebiliyorduk. İstanbul'un büyük gürültüsünü ve stresini ise hemencecik unutuverdik...
Önümüze çıkan pırıl pırıl pınardan su içmeye duraklıyoruz. Burası İstanbul'a hiç benzemez, kardeşim! Su bile çok farklı bir şekilde içilir. Pınara doğru yavaşça eğiliyorsun, sakin suyu adetten bir kere üflüyorsun ve soğuk suya iki elini de daldırıp, avucunu doldurup, defalarca ve kana kana içiyorsun. İşte, sadece bu içtiğin bir iki avuç dolusu soğuk dağ soyu için buralara kadar gelmeye değer.
Birazcık ferahladıktan sonra, yeniden yola koyuluyoruz. Az ilerledikten sonra, kulağımıza ilginç bir vızıltı sesi geliyor. Şaşkınlık içinde sağımıza solumuza bakınıyoruz ama bir de ne görelim. Yolumuzun bir tarafında büyük bir karınca yuvası yığını yükselmekte. Devasa boyuttaki yuvada binlerce karınca emekçisi ve yavrusu vızır vızır çalışıyordu. Öyle bir düzenli şekilde koşuşturuyorlardı ki, verdiğimiz selamı bile kabul etmediler. Ama ben onlara, sırt çantamda taşıdığım ekmekten biraz kırıntı koparıp bırakıyorum. Böylece çok güzel bir duygu ve his oluştu bende, ne de olsa karıncalarla ekmeğimi paylaşmıştım...
Meşhur Boçva sırtını geçtikten sonra, yolumuz artık kayın ağaçları arasında devam ediyor. Yolun üzeri kırmızımsı, artık çürümeye yüz tutmuş yapraklarla dolup taşmış. Birazdan aşağıdaki dere boyunda gizlenmiş Kışlalık'ın terk edilmiş beyaz badanalı evleri beliriyor. Yukarısında ise sadece beş altı evden oluşan Topçular mahallesinin güzelliği adeta göz kamaştırmakta.
İlk önce, her zaman ki gibi, köy mezarlığına uğruyoruz ve eşimin vefat etmiş bütün akrabaları için birer Fatiha duası okuyoruz.
Bir dik yamaçtan aşarı önce Topçular'a iniyoruz. Artık tek hane yaşıyor burada. Remziye yenge ve Lütvi ağabey uzun yıllardır hayvancılıkla uğraşıyorlar. Patates tarlasını yeni sürmüş Lütvi ağabey, etraf mis gibi toprak kokuyor. Biraz tarla kenarında oturduk ve sohbet ettik. Remziye yenge hemen koştu ve bize çilek kompostosu ikram etti. Lezzeti hala ağzımda, çünkü küçük dağ çileklerinden yapılan bu komposto adeta harikaydı.
Gökyüzündeki mavi bulutlara komşu olmuş, bu iki güzel insanla vedalaşıyoruz ve dar bir patikadan aşarı Kışlalık'a zor bela inebiliyoruz. Burası beyimin çocukluk yıllarını geçirdiği köy oluyor. Fettah dedemizin güzelim evi çoktan yıkılmış ve sadece evin temelleri görünmekte. Bir de Fettah dedenin ev önüne ektiği ıhlamur ağacı durmakta. Bu manzara karşında bayağı içimiz burkuldu...
Hemen alt taraftaki bacasından ateş dumanı çıkan eve odaklandık. O evde seksen beş yaşındaki Behçet amca ve hanımı yaşıyorlardı. Hasta olduğunu duymuştuk ve kapısını çaldık. Geçmiş olsun dileklerimizi sunduk, biraz hal hatırdan sonra, akşam olmadan, hemen dönüş yolunu tuttuk. Ormanlardan geçerken, yerlere dökülmüş ağaç yaprakları, sanki bize "Güle güle gidiniz!" der gibiydiler.
İstanbul'a dönmeden önce iki genç aşığın düğünlerine de tanıklık ettik. Neşe ve heyecan dolu bir eğelence oldu. Bu düğünde, yöresel kıyafetlerle bir grup, çeşitli danslar icra etti. Bizim oralarda artık düğünler restoranlarda yapılıyormuş. Eski zamanlarda ise ne güzel köy düğünlerimiz oluyordu. Aslında salonları hiç sevmem ben. Keşke bu düğünleri kırlarda, yeşillikler ve doğal çiçek kokuları ortamında yapsalar...
Sabriye ÖZTÜRK,
İstanbul