Ağır Zamanlar

* Bu sefer vilayete, Varna'ya götürdüler. Ağanın önüne bir dosya açıp imzalamasını istediler. Ret edince olanlar olmuştu. Karakolun mahzeninde ölesiye dövülmüş, elektrikle işkenceye maruz kalmıştı. Ağa, inatlaştıkça onlar dövüyordu. İşkenceler üç gün sürmüştü. Kendini kaybettiği vakit, evraklara parmak bastırdılar. İstediklerini almışlardı ve onu ölmeden evine teslim etmişlerdi.

* Gerçek yaşanmış bir hikaye

Şafak sökmek üzereydi. Sonbahar yağmuru, ince ince yağmaya başlamıştı. Büyük karaağacın sararan yaprakları arasına gizlenmiş nar bülbülü, yağmura aldırmadan solo konserini devam ettiriyordu. Birdenbire bir baykuşun acı çığlığı bülbülü ürküttü. Bir an sustu , sonra tekrar o güzel sesi ile ötmeye devam etti.

Karaağacın hemen altında bulunan çeşmede, adamın biri bakırlarına su dolduruyordu. Belli ki acelesi vardı. Tam doldurmadan su ağacını omzuna aldığı gibi koşarcasına vadinin kenarında bulunan eve doğru yol aldı. Karanlıkta çamurda ayağı kaydı. Bakırlardan bir miktar su yere serpildi ama adam buna aldırmadan bir solukta bayırı çıktı ve tam karşısında olan iki katlı evin yanındaki ahıra gitti. Hemen sağda bulunan kapıyı ayağı ile itti ve içeri girdi. Burası at harası idi. Kırka yakın at barındırıyordu. On yıldan fazla oldu boşaltılalı. Kızıl ordunun askerleri geldiklerinde bütün atlara ve iki at arabasına da el koydular. Savaşta ne işlerine yarayacaksa faytonu bile aldılar. Şimdi ise iki yorgun öküz ve dört ineğin dışında koskoca ahır bomboştu.

“Aga, suları nereye bırakayım?”

Salih, gömleğinin kollarını dirseklerine kadar kıvırmış, kirişe asılı koçun derisini yüzmek ile meşguldü. Deriyi yarıya kadar indirmişti. Telaşta arka bacaklardaki ve kuyrukta etin üzerinde kalan deri parçalarını görememişti. Acemi kasap bile böyle hatalar yapmazdı ama acelesi vardı. O deriyi bir an önce hayvandan ayırmalıydı.

“A… geldin mi, Recep? Birini buraya getir de ellerimi yıkayayım. Al safayı da dök biraz!” dedi Salih.

Ellerini yıkadıktan sonra, sol eli ile hayvanın derisini kavradı. Sağ elini yumruk yapıp baş parmağın yardımı ile deriyi etten ayırmaya başladı.

Kardeşine seslendi:

“ Feneri, bana yakın getirsene. Bu loş ışıkta neredeyse kör gibi çalışıyorum.”

Recep, elinde yukarı kaldırdığı fenerle ağabeyine yaklaştı.

“ Oldu mu böyle, aga?”

“Tamam. Amma da yaptık. Hayvanı, ineklerin gözleri önünde kestik. Tüh, tüh… Ne olacak. Her şey telaştan.”

“Ya, hep telaştan. Keşke böyle olmasaydı da bu damızlık koçu kesmeseydik. Faydası olur mu, aga?” diye başını salladı Recep.

“Belki de!”

Deriyi tamamını sıyırdı etten. Bıçağı yıkattırdı, kınına soktu ve elinde deriyle tam çıkarken arkasından kardeşi seslendi.

“Ağa, et ne olacak? Ben kalayım mı burada? Kedi köpek gelir.”

“Hayır! Sen kapıyı kapat ve benimle gel. Bana lazımsın.”

Ahırın kapısından çıktığında yağmur hızlanmıştı. Elinde deri ile evin girişine kadar koştu. Kapıyı açtığında eşinin solgun yüzü ve kaygılı bakışı onu korkuttu.

“ Vasviye, ne oldu? …Babam?” kekeledi Salih.

“Çok kötü, çok ağrıları var. Dokundurtmuyor.”

“Köpekler...”

Soldaki odadan, babasının dişlerini sıkarak inleme sesi duyuldu. Salih, tedirgin bir şekilde kapıyı açıp içeriye girdi. Hüseyin ağa, yatağa uzanmış küfürler yağdırıyordu.

“Köpekler. Ben size ne yaptım?”

Bir saat önce getirmişlerdi Hüseyin ağayı. Savaştan kalma Rus kamyonun brandalı kasasının içinde bitkin bir vaziyette. Salih, babasını ölü gibi yattığını görünce korkmuştu. Sonradan nefes aldığını fark etti. Sırtına almak istedi ama ağrıdan inleyince hemen ahırdaki seyis odasının kapısını çıkardı ve onu sedye gibi kullandı. Odasına kadar Recep ile götürdüler. Elbiseleri yırtık, toz ve kan içindeydi. Yüzünde yara izi yoktu ama elbiselerini çıkarınca vücudunda yarasız yer kalmadığını gördüler. Sırtındaki izler derindi. Karın ve göğüs bölgesinde belirli yerlere kan oturmuştu. Bacaklarını kıpırdatamıyordu. Üç gün önce milisler, Hüseyin ağayı gelip aldılar. Daha önce de iki defa onu ikna etmeye çalışmışlardı. Yeni kurulmakta olan ve bütün Bulgaristan’da yayılan kooperatifleşmeye katılma propagandasını ona da yaptılar. Lakin, güya iyi niyetlerine bir türlü inandıramadılar ağayı...

İlkinde, köydeki Candar Jelyo ve Çürük Radi ikilisi, komünist parti binasına kadar ona eşlik etmişlerdi. TKZS denilen kooperatife üye olmasını teklif ettiler. Bütün tarlalarını, büyükbaş, koyun, keçi ve at ne varsa bağışlaması gerekiyormuş. Ne kadar tarım gereçleri varsa onları da istemişlerdi. Ardından bir sürü vaatlerde bulundular. İşlerin başında yetkili kişi o olacağını, oğullarından ikisinin traktör kullanma kurslarına göndeleceğinin garantisini verdiler. Üniversite öğrencisi olan en büyük oğlu için de okuması için yardımcı olacaklarına söz verdiler. Hatta gelinleri de kooperatifte çalışıp eve gelir sağlayabileceklerini. Hiç kimsenin işsiz kalmayacağını söylemişlerdi. Fotoğrafını da kurucu üyeler panosunun en üste koyacaklarını belirttiler. O zaman, parti binasından çıkarken bir şey demedi ama yüzündeki alaycı gülümseme niyetini açıklıyordu. “Siz küçük çocuk mu kandırıyorsunuz?”diye mırıldanmıştı kendi kendine.

İkinciye, yine aynı ikili gelip almışlardı onu. İyi niyetle, yolda konuşa konuşa yürümüşlerdi. Candar Jelyo, özür bile dilemişti. Yıllar önce, köy meydanında ikisi bellerindeki bıçakları çıkarmış karşı karşıya geldiklerinde ahali ikisine de engel olmuştu. O günden bugüne husumetleri devam ediyor, birbirinden hınç almaya her zaman ikisi de hazırdı ama yolları kesişmemişti bu güne kadar. Candarın özrü ortamı yumuşatmıştı.

Bu defa yeni ilçe olan Kurtdere’deki TKZS yönetim binasına götürmüşlerdi Hüseyin ağayı. Girdikleri odada, meşe masanın arkasında takım elbiseli bir adam oturuyordu. Yan tarafta duvar boyundaki sandalyenin üzerinde ise başka biri, terbiyesizce yayılmış, elindeki kalın sopayı sol avucunun içine ağır bir ritimle vuruyordu. İçeri giren Hüseyin ağayı da görür görmez ona düşmanca nefret dolu bakış attı. Elindeki sopayı da avuç içine daha bir şiddetle, daha hızlı vurmaya başladı. Masa başındaki adam ise belindeki silahını ağır hareketlerle göstere göstere önündeki masanın üzerine koydu. Bu sefer ikna yerine tehditle başlamışlardı.

Konuya hiç uzatmadan girdiler. Eğer malını mülkünü bağışlamaz ise, ölüm en iyi seçenek olduğunu söylediler. Büyük oğlun okuyamayacak, torunlarının bile okuma şansı ellerinden alınacak. Ailesini parçalayacaklarını, değişik yerlere sürgün edeceklerini ima ettiler. Hiçbir zaman birbirini göremeyeceklerdi. Hüseyin ağayın da hapiste çürüyeceğini, bir daha gün yüzü göremeyeceğini söylemişti takım elbiseli adam.

Kooperatife katılması için bir hafta süre vermişlerdi. O bir hafta kâbus gibi geçmişti. Daha önceleri de gelen vergi memurları, her gün gelip arama yapıyorlardı. Samanlıkta gizlenmiş on çuval buğday bulmuşlardı. Şükür ki, bahçede toprak altında birkaç yerde gömülü olan çuvallara erişememişlerdi. Devlete verilmesi gereken buğdayın miktarını, kendileri belirliyordu. Tarlasına göre, ekilen mahsule göre ve düşük fiyattan alıyorlardı. Bu herkes için geçerliydi ve halk bu haksızlığın karşısında çaresizdi ve tükenmişti.

Devlet tarafından uygulanan bu acımasız politika yüzünden birçok insan borç yükün altından kurtulmak için isteksiz de olsa az olan tarlalarını TKZS' ye bağışlıyordu. O tarladan elde ettiği mahsulleriyle ailesini yıl boyunca besliyordu, lakin aşırı yüksek vergilerin altından kalkamayanlar devletin koyduğu katı kurallara teslim oluyorlardı.

TKZS’ lere ilk girenler de tamamen bitmiş, tükenmiş olanlardı. Açlıktan ölmektense kooperatifte çalışıp kupon karşılığı günde bir ekmek elde etmiş oluyorlardı. Herkes geçimini sağlamak gayesine düşmüş ve tarlalardan elde ettikleri ürünün bir miktarını gizlemek zorunda kalıyordu. Her evde her odada, zeminde, duvarda peynir, kurutulmuş et, yağ ve yiyecek için her ne varsa gizlenmişti. Hayvanlar gece gizlice kesiliyor, sucuk, kavurma yapılıyordu. Hüseyin ağanın evinde de vergi memurlarının baskınından önce hem kışa hazırlık, hem de hayvanların sayılarını azaltmak maksadıyla iki dana ve beş koyun kesilmişti. Anlaşılmasın diye deriler köy dışına gömülmüştü. Her zaman hayvan kesildiğinde, tarla işlerinde ona yardımcı olanları da unutmuyordu. Onlar tarlada çalışırken fırından onlarca ekmek ırgatlar için çıkıyordu. Yemekler kazanlarda kaynıyordu. Ürünü topladıktan sonra da yevmiyeleri şinik buğday ile öderdi. Bonkördü, eli boldu Hüseyin ağanın, fazla fazla veriyordu, memnun ediyordu çalışanlarını. Bu sefer de onlara biraz daha fazla et dağıtmıştı...

İki hafta geçmişti, ne arayan vardı ne de soran. Sadece vergi memurları, her gün gibi evdekilerini rahatsız etmişti. Ekilecek bir tarla kalmıştı, onun başına da gidemiyorlardı. Üç gün önce Hüseyin ağayı almaya gediklerinde, arabaya binmeden ağa toplanmış olan ev ahalisine vedalaşır gibi bakmıştı ve Salih’e kalan tarlayı ekmesini söylemişti.

Bu sefer vilayete, Varna’ya götürdüler. Ağanın önüne bir dosya açıp imzalamasını istediler. Ret edince olanlar olmuştu. Karakolun mahzeninde ölesiye dövülmüş, elektrikle işkenceye maruz kalmıştı. Ağa inatlaştıkça onlar dövüyordu. İşkenceler üç gün sürmüştü. Kendini kaybettiği vakit, evraklara parmak bastırdılar. İstediklerini almışlardı ve onu ölmeden evine teslim etmişlerdi. Şimdi yatakta yarı çıplak vaziyette, yaraları kandan temizlenmiş, pansumanı yapılmış, kan oturmuş yerleri yeni yüzülmüş hayvan derisi ile örtülmesini bekliyordu. İnlemek, oflamak ve puflamak yerine sövüyordu. Hayatı boyunca hiç küfür bilmeyen, kullanmayan kişi şimdi ağıza alınmayacak şekilde yağdırıyordu. Birden gelininin odada olduğunu fark etti, söylediklerinden utandı ve onlara seslendi:

“Vasviye, kızım, sen çık odadan. Ürkiye, sen de ört beni, geliminin önünde açmışınız her yerimi...”

Vasviye, hemen çıktı ve karşıya kendi odalarına, beşikte uyuyan bebeğin yanına gitti.

Ürkiye, hemen yerinden kalkıp eşinin üzerine yorganı çekti. Ufak tefek bir kadındı, ağanın üçüncü eşiydi. Hüseyin ağanın ilk eşi üç oğlan doğurduktan sonra, dördüncü doğumunda bebesi ile cennet yolcusu olmuştu. Çok zaman geçmeden ikinci eşini almıştı ama o bir servet avcısı çıkınca derhal ondan ayrılmıştı. Hüseyin ağa gibi biriyle evlenmek isteyen pek çok dul kalmış kadınlar çıkmıştı karşısına. O aralarından Ürkiye'yi seçmiş, iki senedir hayatını onunla paylaşıyordu. Şimdi de kadıncağız sessizce, sanki yıllarca yatalak hasta bakmış gibi ağanın yaralarını hafif dokunuşlarla, hiç acıtmadan temizledi, sarılacak olanları da sardı. Hem de tek başına. Salih’in getirdiği deriyi de ustaca bütün yaraları kaplayacak şekilde kesti bağladı ve o kan oturmuş yerleri hiç birini açıkta bırakmadı. İşini bitirince pencereye doğru gitti, perdeyi açtı ve Salih’e kaş göz işareti yaparak yanına çağırdı. Eğilmesini söyledi ve kulağına fısıldadı:

“Doktor mu baksak? Altında, hayalarında da kan oturmuş...”

Ağa, duydu onu.

“Elektrik… Elektik verdiler bana. Doktorluk değilim ben. Her şey geçecek… Bir kalkayım, o vakit görecek onlar. Çürük, o çürük Radi, o da sopayla nasıl vurulurmuş görecek. Sivrisinek kadar adam sopayla bana vuracakmış. Göreceksin köpek.” dedi.

Salih, sergendeki gaz lambayı aldı, söndürdükten sonra tekrar yerine koydu.

“Baba, sen şimdi bir dinlen. Uykusuz zaman geçirmişsin. Uyu biraz. Sonra konuşuruz.”

“Elektik değil, üzerimden tren geçirseniz yine de vermem size tarlaları, köpekler. Benim dedelerim o tarlaları tırnakla sürmüşler, karış karış çoğaltmışlar. Ben iki katına çıkardım onları. Niye? Ben de çocuklarıma bırakacağım. Satmıyorum, dedim. Biz senden satın almak istemiyoruz ki, bize bedavaya vereceksin dediler. Bir de güldüler. Gülecek ne var burada. Vermiyorum. O tarlaların benim torunlarıma ait olduğunu belirttim.”

“Baba, sen şimdi uyu. Biz Recep’le kestiğimiz koçun etini muhtaç olanlara dağıtalım, adak olarak.” dedi Salih.

“Bir tane daha kesip dağıtın insanlara.” fiye tembihte bulundu ağa.

“Kesemeyiz. Memurlar hepsini kayda aldılar. Kesmemiz yasak. Bunu bile gizlice kestik, gizlice dağıtacağız.”

“Benim malıma hiç kimse karışamaz!” diye söyleniyordu Hüseyin ağa.

Salih, babasının konuşmasını bitirmeden çıktı. Peşinden kardeşi de ona yetişti.

“Aga, ben bir şey anlayamadım. Babam tarlaları vermedi mi onlara?”

“Ah be, kardeşim! Sen babamın başparmağını görmedin mi? Mürekkep içinde. Bir de bu kadar dayaktan sonra ne kadar inatlaşır ki insan. O komünistlerin vazgeçeceklerini mi sandın? Ben daha babamı aldıklarında anlamıştım. Sağ salim gelmesi için dua ettim. Geldi gelmesine de, yarım geldi. Bizim babamız bundan sonra kalkıp gezemeyecek, sofraya bizimle oturamayacak. Yağmur, kar yağdığını sadece pencereden görebilecek. Bizim babamız bir daha yataktan kalkamayacak. Bizler de o ufak tefek kadının gönlünü hoş tutmamız gerekiyor bundan sonra, baksana nasıl ilgileniyor babamla...”

Hüseyin ağa, sekiz yıl sekiz ay yataktan kalkamadı. Yaraları zaman içerisinde iyileşti ama belindeki ağrı hiç geçmedi. İki bacağı da odun gibiydi, ne kıpırdatabiliyordu, ne de bükebiliyordu. Bunca zaman dışarıda olup bitenden habersizdi. Ev halkından ne kadar bilgi alabiliyorsa onunla yetiniyordu.

Bir gün oğullarından onu dışarıya çıkarmalarını istedi ama biraz kıpırdatınca belindeki ağırı şiddetlendi ve kendisi vazgeçti. Onun dışarıya çıkamaması bir nebze çocuklarını rahatlatmıştı. Ağa, tarlalarını hala kendinde olduğunu sanıyordu ve iki oğlu da sabahtan akşama kadar tarlada çalışmaktaydı. Bu çok hoşuna gidiyordu. İki oğlu da birlik olup çalışıyorlardı. Ne mutlu ona. Başlarında durmasa bile, iki çocuğu da toprağa gönül vermişlerdi ve özveriyle ata topraklarını muhafaza ediyorlardı.

İkide bir oğullarına talimatlar veriyordu. Hangi tarlaya ne ekeceklerini, ne kadar ürün topladıklarını soruyordu. Oğulları her defasında kaçamak cevaplar veriyordu veya acele işleri varmış gibi babaların sorularını cevapsız bırakıyorlardı.

Salih, babasının toprakları zorla alındığı o kooperatifte çalışmayacağına yemin etti ve 80 kilometre mesafede yeni kurulan endüstri bölgesinde bir fabrikada çalışıyordu. Recep ise kooperatifte traktör kullanmaya başladı. Salih’in iki oğlu oldu, Recep'in ise bir kızı, bir de oğlu. Günün birinde Salih’in küçük çocuğu dedesinin odasına girdi. Ürkiye anne, ona her geldiğinde ya lokum, ya şeker veriyordu. Bu oda çok cazip geliyordu küçük oğlana. Bitmek bilmeyen şeker kaynağıdır burası. Dedesi onu her zaman ki gibi sevdi, öptü ve şakalaştı.

“Şeker seviyor musun?”

“Ihı!” diye cevap geldi küçük adamdan.

“Kimi daha çok seviyorsun? Anneni mi, babanı mı?

“İkisini de!” ağızındaki şeker yüzünden cevaplamaya zorlandı oğlan.

“ Baban nerede şimdi? Tarlada mı?”

“Benim babam fabrikada çalışıyor. Bizde tarla yok ki. Sen hepsini vermişsin.”

Bunu duyan ağa birkaç saniye dona kaldı. Şaşkınlıkla küçük torununa bakıyordu. Şaşkın yüz ifadesi birden öfke dolu bakışlara dönüştü. Minik oğlan dedesinin çatık kaşlarından korktu ve koşarak odadan çıktı.

Ağa, Ürkiye’ye döndü, anlamak için uzun uzun baktı ama eşi başını eğmiş yerdeki kilimden gözünü ayırmadı. Ağa, her şeyi anlamıştı. Bunca zaman ondan olanları sakladıkları için oğullarına mı kızsın. Torununun dediği gibi atalardan kalan toprakları verdiği için kendine mi kızsın. Karyolanın yanında hiç kullanılmayan değneği eline aldığı gibi yatağın demirlerine vurmaya başladı ve o kadar dengesiz vuruşlar yapıyordu ki, duvardaki oymalı tokmaklı saati yere düşürdü.

“Ağam, yapma, kendine zarar verirsin!” diye yalvardı Ürkiye.

Değneği eşine doğru savurdu ama isabetli olamadı.

“ Defol… Defol, gözlerim görmesin seni. Benden saklayacaksın ha...”

Bu sefer değnekle, kendi hissiz olan bacaklarına vurmaya başladı.

“Toprakları nasıl verirsin, be eşek herif? Bu çocukları hiç mi düşünmedin!”

Vurdukça söyleniyordu ağa. Ürkiye, el çabukluğu ile ağanın elindeki değneği aldı ve yere attı. Başı eğik, eşinin karşısında esas duruşa geçti. Bu davranışı ağayı etkiledi. Bir süre bakıştılar. Ürkiye, eşine yaklaşıp saçlarını okşadı. Ağanın yanağından süzülen gözyaşını eliyle sildi.

“Ağlayabilirsin. İyi gelir. Sıkılma, ağam!”

Yavaş hareketlerle, yüzü duvara gelecek şekilde eşini çevirdi, sırtına yastıkla destek koydu ve pencere boyundaki mindere oturup gözlerini ondan ayırmadı.

Sessizlik çöktü odanın içine. Ara sıra ağanın omuzları sarsılıyordu. Belli ki ağlıyordu. Gün boyunca pozisyonunu değiştirmedi. Akşam saatlerinde iki oğlu da odaya girdiler. Her zamanki gibi hal hatır sordular. Babaları onlara doğru dönmedi, hangi tarlada ne iş yaptıklarını sormadı. Sadece anlamsız bir şeyler mırıldandı. Daha iyi duyabilmesi için, Salih babasına doğru eğildi.

“ Bir şey mi dedin baba? Duyamadım.”

“ Gidin buradan… Çocukları kurtarın… Burada sizi bağlayacak bir şey kalmadı. Türkiye’de büyütün çocuklarınızı.“ hırıltılı bir sesle bu kadarını fısıldadı ve yorganın üstünde duran kolu düştü, yüzü de yastığa kapandı...

Hava kararmıştı. Hüseyin ağanın evinde bir kadın kuran okuyordu.

Ercan ZAFER

Fotograf ve Resim: Hikmet EFRAİM

Bakmadan Geçme