ADIM ADIM TÜRKİYE-1
Uçsuz bucaksız Konya ovasında ilerliyorduk, yanı başıma yerleşen, heyetimizin en yaşlısı olan Halim ağabey, her yeni köy ve kasabaya yaklaştığımızda, dizimi yavaşça dürterek' Yaz, işte yeni tabela!', yani önümüzdeki yerleşim yerini belirtmemi istiyordu. Ben de her ne kadar dalgın bile olsam, hemen kaleme sarılıp, yerleşim yerinin adını yazıyordum. Halim ağabeyin ısrarının sebebi, döndüğümüzde köy pazarlarını dolaşırken, bu isimleri tekrarlayarak, muhabbetine renk katmaktı.
ADIM ADIM TÜRKİYE-1
Anavatanımız Türkiye’yi defalarca ziyaret etmiştim. Ama bu defa ise merak ettiğim, ilgimi ve canımın çok çektiği Konya”ya doğru yola çıktık. Gece vakti İstanbul'a ulaştık ve yeni köprüden Asya kıtasına geçtik. Sonra sırasıyla Gebze, İzmit ve Eskişehir derken, sabah erkenden, kendimizi Akşehir'de buluverdik...
Elli kişilik heyetimizin tek arzusu, buradaki Nasrettin Hoca'nın türbesini ve müzesini ziyaret etmekti. Allahın izniyle bu isteğimiz gerçek oldu. Tuna boyu ve Dobruca'dan, Türklerin geldiği hemen şehrin her yerine dağılmıştı. Bu büyük ilgi, meğer ora halkının yarısından fazlasının, 1934'ten bu yana Dobruca ve Deliorman yörelerinden göç edenlerden ve sonraki nesillerden oluşmuş olmasıydı. Örneğin, benim köyüm Bosna'dan ve komşu köylerimizden hemen hemen şimdiki halleriyle yirmiden fazla aile burada ikâmet etmekteydi. Bundan dolayı olacak ki, bizleri samimi, içten ve çok sıcak ı, adeta kendimizi evimizde hissettik. Ben meselâ, 1934 yılında, Dobruca, Romanya Kralığı egemenliği altında bulunduğu zaman göç etmiş olan Duranlar sülâlesinden, üçüncü kuşak eşimin akrabası olan sevgili Bahri Duran”la buluştum...
Nasrettin Hoca”nın hem müzesi hem türbesi hakikaten de görünmeye değer olan mekânlardı.
Akşehir'e daha vardığımızda, başımdan geçen bir hadiseyi paylaşmadan geçemem. Akrabamız olan Bahri Duran'ı hemen telefondan aramak istedim. Lâkin, telefonum Türkiye için ayarlanmamıştı, zaten diğer arkadaşların vaziyeti de aynısıydı. Hemen ilk gördüğüm bir dükkânın önünde duran bir şahısa durumu izah ettim. Sanki, beni yıllarca tanıyormuş gibi, hemen söylediğim numaradan Bahri”yi aradı ve çalmaya başladığında, son model cihazını bana teslim ederek: “ Rahat rahat konuşun!” diyerek kayboldu. Ben konuşmamı bitirdim. Randevü mü ayarladım ama telefon elimde kaldı. Şaşkınlık içinde bu sefer sahibini aramaya başladım. Zaten yüz yüze sadece birkaç saniye görüşmüştük. En sonunda mağazanın içine girdim. Birisi çay bardağınla bana doğru yöneldi ve: “ Ağabey, görüşebildin mi?” diyerek çayı uzattı. Meğer, bu iyi niyetli adam, bana çay hazırlatmaya gitmiş. İşte budur benim Türk insanım! Nerede olursa olsun, hem misafir sever, hem de her zaman sadak yolunda. Onunla biraz sohbet edebildim. Ne yazık ki, dedelerinin Bulgaristan'nın neresinden geldiklerini bir türlü izah edemedi. Ama söz verdi, tez zamanda bunu öğreneceğine...
Nasrettin Hoca”nın müzesi ve türbesi, hakikaten de görünmeye değer olan mekânlardı. Konya'ya hareket etmeden önce, Nasrettin Hoca ve eşeğinle vedalaştım. Hoca da hemen: “O kurnaz Petreye ( Hitır Petır) de selâm söyle” deyiverdi... Otobüsümüz Akşehir”i terk edene kadar, Bahri kardeşim ve arkadaşları bize arabalarıyla eşlik ettiler.
Uçsuz bucaksız Konya ovasında ilerliyorduk, yanı başıma yerleşen, heyetimizin en yaşlısı olan Halim ağabey, her yeni köy ve kasabaya yaklaştığımızda, dizimi yavaşça dürterek” Yaz, işte yeni tabela!”, yani önümüzdeki yerleşim yerini belirtmemi istiyordu. Ben de her ne kadar dalgın bile olsam, hemen kaleme sarılıp, yerleşim yerinin adını yazıyordum. Halim ağabeyin ısrarının sebebi, döndüğümüzde köy pazarlarını dolaşırken, bu isimleri tekrarlayarak, muhabbetine renk katmaktı.
Sağ tarafımızda Sultan Dağları, solda Konya Ovası. Hani bir deyim vardır ya; "Yumurtayı tekerlesen kırılmaz!"diye. Tam da öyleydi, ova, düz ve kınalı bir toprakla örtülüydü. Kimi yeri nadas sürümü, kimi yeri halen hasılla kaplı. İkindi namazından sonra, tarihi şehir Konya'ya erdik. Bu şehrin merkezine ulaştığımızda, Halim ağabey; “ Artık gözlerim açık gitmez!” diye adeta çığlık atıyordu. Hemen izah etti ki, Konya”yı görmek onun gençlik hayaliymiş. Yaşı da artık doksana ramak kaldığından göre, bu hayalini umutsuz görüyormuş ama kaderde Konya'yı görmekte varmış...
Hemen şehrin merkezindeki Sema oteline yerleştik. Hiç de yabancılık çekmiyorduk. Herkesle kolayca iletişime geçebiliyorduk.Ne de kolaydı iletişim. Dilimiz bir, dinimiz birdi. Yemekler aynısı. Yorgunluk doruğun üstünde de olsa, içeride kalmak mümkün değildi. Herkesler sokağa fırlamış, tuhaf bir şaşkınlık içinde etrafı seyrediyordu....
Ertesi gün, kahvaltıdan hemen sonra, bu tarihi şehri gezmeye başladık. Bazı tarihi bilgilerimiz vardı ama yakından görmek ve hissetmek bambaşka bir duyguydu. Bizleri ilk görünüşte celbeden, buraların asırlar sonra bile tarihi gerçekçiliğini ve hassaslığını kaybetmemesiydi. Hele de merkezi bölgenin öylesine korunması. Buralara gökdelenlerin boy atmaması, insanlarının samimiyeti ve bizlere yakınlığı, bizleri çok duygulandırmıştı. Zaten biz onların Dobruca'daki yadigârı değil miyiz? Bize eşlik eden rehberimizin sözleri, içimizi ısıtacak cinstendi;"Sizler, Karamanoğulları'nın ve Yörüklerin nesillerisiniz!” Daha da ileri giderek: “Renkli gözlüler, Yörük kanı taşımaktadır..."
Silistre bölge müftümüz sayın Mesru Mehmet, otelimizin karşısındaki bir dükkânda, Tuna boylarından biriyle tanışmış. Bırakıp ta göç ettikleri köy, bizimkisine yakındı.Fatih isimli kardeşimiz, Konya'nın Kapaklı kasabasındanmış. Soru sual ettiği köy ise bizim Kapaklı, şimdiki adıyla Slatina köyüydü. Dedeleri, 1936 yılında, Güney Dobruca, Romanya Krallığı'na ait olduğu zaman buralara göç etmişlerdi. Sohbetimize, yaşlı bir erkek de katıldı, kullandığı dil, tıpkı bizimkisine benziyordu. İşte bazı örneklemeler; taliga-ahşaptan yapılmış araba, maacır-muhacir, aydamak-sürmek, peçka-soba, aretlik-ahiretlik, sıbıtmak-fırlatmak, mık-susmak, aga-ağabey, eyyy-seslenme, mari- kadına hitap, gündöndü-ayçiçeği, dırıldama- kafa şişirme, inge-yenge, ayda bakem- sür, epsi-tamamı, sefte-ilk, bıldır-geçen yıl, ilmon-limon, fasile-fasulye...
Tam bir koca günümüzü Konya'ya ayırmıştık. Tabi bir ay veya bir yıl dahi ayırmış olsaydık, buraya yine doyum olmazdı. Konya'nın her taşı, her karış toprağı bir tarihti. Bizim tarihimizdi! Ama yine de Mevlâna ve Atatürk müzelerine, onlarca camisine hayran kalmamak, film şeridi misali hafızamıza dizmemek mümkün değildi. Onlarla beraber buranın meşhur şekerlerini, etli ekmeğini ve böreğini de unutmayacağız. Ya da bizim “alt geçit” dediğimize, burada “battı çıktı” denmesi hiç unutulur mu? Konya'yı çok sevdik bizler. Boşuna dememişler: "Gez dünyayı, gör Konya'yı!" diye..
(devam edecek)
Habil KURT,
Silistre