89' göçünün günlüklerinden... ORADA BİR BAYRAK VAR
18 Temmuz 1989. Karar verdim. Günlük tutacağım. İçinde bulunduğumuz günler düşünülmeyecek kadar renkli. Bir fotoğrafçı gibi... Günler hem renkli, hem dinamik. Bugünkü fırsatı yarın yakalayamıyorsun. Ancak, bir şeyleri not edersen öyledir. Günlük ise, filan tarihin filan zamanına ışık tutuyor. Mazi içinde küçücük bir penceredir. Bu pencereyi açıyorsun. Pencereden ne göreceğin, günlük tutan kişiye bağlıdır. Karınca kaderince derler ya...
89' göçünün günlüklerinden...
ORADA BİR BAYRAK VAR
4 Temmuz 1989
Mestanlı’da fotoğrafçı olarak çalışan Salihibrahim Osmanoğlu’ndan bir öneri aldım. Yola çıkıyormuş. Bir ihtimal, kendi arabamla onları Kapıkule’ye kadar götüreceğim. “Sıkı dur, dedi dostum Salihibrahim. Her an yola çıkabiliriz. Biliyorsun, ben mimliyim...”
Bu satırları otomobilimin içinde yazıyorum. Yorgun, uykusuz... Ama heyecanlı, bir o kadar da duygu yüklü ve sevinçliyim.
Dün akşam, saat 21.00 sularında yola koyulduk. O ne yolculuk! Serüvenin bu boyutlarını hiç yaşamamıştım.
Ne etsem notlarım kuru, heyecansız... Tıpkı tarihi olayları yansıtan yazarlar gibi. Oysa bu küçücük aile, Kırcaali’nin Vızrojdentsi/ Salihler/mahallesindeki evlerini, yuvalarını terk ederken tüm oradakileri etkiledi. Ayrılığın bu denli yürekleri parçalayacağını düşünmemiştim.
Sıdıka, Salihibrahim’in eşi. Ufak tefek, hanım hanımcık. Ama cıvıl cıvıl. O güler gözlerin yaşı, yol boyu hiç dinmedi. Bir de küçük yavrusu... Neredeyse, beş altı aylıktı.
“Volga” markalı arabayı takip ediyorum. Sahibi, orta yaşlı bir Bulgardı. İki bin levaya pazarlık etmişler. Arabada ne etsen, iki bin levalık eşya yoktur. Eşlerin üst başları ve çocuğa ait en gerekli öteberi...
Kamyon beklememişler. Resmi yolları takip ederlerse, uzayıp gidecekmiş. Bir hafta yolculuk edenler oluyormuş Kapıkule’ye kadar... Beş aylık bebeyle bir haftalık yolculuğu düşünün...
Yol, Köprülü köyünü geçince inişli çıkışlı, taşlı çakıllı oluverdi. Bu yetmiyormuş gibi, bir süre sonra ormanlar içinden korsan yollara girdik.
Aklımdan kötü şeyler geçiyor. Sıdika’ya sezdirmemeye çalışıyorum. Alt dudaklarımı yiyorum içinden... Bebe, gözümün önünden bir saniye gitmiyor. Çaktırmadan dualar mırıldanıyorum. Araba, ha devrildi ha devrilecek. Sarp derelerin kıyısını izliyoruz. Yol diye bir şey yok...
Bu dehşet iki saat kadar sürdü. Çok şükür Allah’ıma! Ana yola çıkıyoruz. Ellerimi yüzüme sürüyorum.
En nihayet 01.00 sıralarında hudut kapısındayız! Biraz ileride TÜRKİYE CUMHURİYETİ! Göndere çekilmiş ay yıldızlı kızıl bayrak gecenin bu saatinde ha bire yalpalanıyordu…
Hazin bir vedalaşma. “Sizi de bekliyoruz!” diyor Salihibrahim. “Sakın siz de İzmir’e gelin! diye sesleniyor Sıdika.
Al bayrağı bir kez daha öpüyorum bağrıma basarak. Bu, şimdilik bir düş!
DEFTERİM
18 Temmuz 1989
Karar verdim. Günlük tutacağım. İçinde bulunduğumuz günler düşünülmeyecek kadar renkli. Bir fotoğrafçı gibi...
Günler hem renkli, hem dinamik. Bugünkü fırsatı yarın yakalayamıyorsun. Ancak, bir şeyleri not edersen öyledir. Günlük ise, filan tarihin filan zamanına ışık tutuyor. Mazi içinde küçücük bir penceredir. Bu pencereyi açıyorsun. Pencereden ne göreceğin, günlük tutan kişiye bağlıdır. Karınca kaderince derler ya...
Buna, başka bir neden daha var. Ben de Türkiye’ye gitmek için dilekçemi
verdim. Bu, pek öyle kolay olmadı. Bana gelince akşamdan istiyordum. İlle…
İki çocuk babasıyım. Her ihtimali göze almalıyım. Öteki aile bireylerin rızası? Eşim, hâlâ bunca insanın konvoylar halinde Türkiye’ye göç etmelerini bir türlü içine sindiremiyor. Bu duruma, bir de onun kararsızlığı eklenirse, ortalık bir o kadar daha vahim.
Birlikte yürüdüğünüz adam bir de sık sık fikir değiştirirse, sizin için felâket olur. En önemsiz hallerde muhalefet eder, planlarınızı gerçekleştiremezsiniz...
Dün onun doğduğu köyden döndük. Yenimahalle halkını çok coşkulu buldum. Bana yardımcı oldular. Hele de Hatice. Dayıkızı. Kayınvalidem, Hatice anne de, “Seninle gelmezse, al çocukları git! dediler. Fırsat bu fırsat! Çocuklarınız orada da okurlar!”
Ne iyi, yürekleri ısıtan sözler işittik her birinden.
En nihayet, şüpheleri yendim, şimdilik yüreğimdeki korkuları attım...
KÖTÜ TELÂFFUZLAR
19 Temmuz 1989
Bir kuş gibi, hafifim bugün. Haftalardan beri sırtımda taşıdığım o değirmen taşından kurtuldum. Dünya varmış be! Bu, şüphesiz, dünkü yaşadıklarımız sonucu olmuştu.
Bir de şu çocuklarımın uğraşıları beni çok, çok mutlu etti. Hele oğlumun fizik derslerine gösterdiği itina... Yıllar önce basılmış bir Türkçe fizik kitabı bulmuş, neredense. Onu âdeta elinden düşürmüyor. Kızım da “Çalıkuşu” romanı ile haşır neşir. Reşat Nuri’nin bu ünlü romanını bir vakitler yangından eşya kurtarırcasına kurtarmıştım. Asimilasyona giderken, Bulgaristan’da basılan Türkçe kitaplara kıran gelmişti. Topyekün toplatılıyor. İmha ediliyordu. Tanıdığım kütüphanecilerden el altından bu kitapları sağlayarak, gizlice ciltletiyorum…
Çocuklarım okuyorlar ama çoğu kez okuduklarını anlayamıyorlardı. Bizim, ya da sözlüklerin yardımıyla ağır ağır ilerliyorlar... Bilmedikleri kelimeler denizin kumu kadar, önemli olan bıkmamak, yılmamak... Bir de telâffuz sorunumuz var. Şu “a” ve “o” ünlüleri bir tuhaf çıkıyor ağızlarından. Gülmemek elde değil.
İşyeri beni alabildiğine sıkıyor. Bazen canım boğazıma geldi, sanıyorum. Köyde boşaltılan evlere her gün bir yenisi ekleniyor. Bakarsın cıvıl cıvıl ev, yeni, bahçeli, bir akşamüstü perdeleri sıyrılmış, tuhaf bir sessizliğe gömülüveriyor.
Boşaltılan evlerin bahçelerinde iri, kahverengi köpekler kuyruk sallayıp geziyor. Havlamayı unutmuşlar gibi. Bu yerde ne oluyor dercesine…
Dün mü, önceki gün mü, muhtarlık odasına girerken birkaç köpek beni sardı sarmaladı. Bunlar avcı köpekleri. Bugüne dek hiç dikkatimi çekmemişti. Ne anlamlı bakışları varmış bu köpek milletinin, önce şaşkınlar. Neye uğradıklarına bir türlü anlam veremiyorlar. Düne kadar sahiplerinin bir sözünü iki etmemişler. Koş dediklerinde koşmuşlar, tut, dediklerinde tutmuşlar. Bu terk ediliş ne oluyor? Bu ihanet değil mi?
Bugün, belediyenin mali şubesinde çalışan Uzun Hayri’yi gördüm. Bu, belediyenin yemekhane salonunda oldu. Keşke onu görmeseydim! “Otuz beş gündür pasaport bekliyorum”, dedi Hayri. Üzüntüden yemek bile zor geçiyordu boğazından. Bir başka acı olay. İki gün önce kayınçosunu toprağa vermişler. O da pasaport beklemiş, çıkmayınca intihara başvuruyor. Sallandırmış ipin ucunda genç vücudunu. Haftalarca MVR kapılarına gitmiş gelmiş, gitmiş gelmiş ve bir türlü sonuç alamayınca, geride kalanları acılar içinde boğarak, ayrılmış gitmiş aramızdan…
“Bunalıma girdi, dedi Hayri, bunalıma girdi de bir daha çıkamadı. Kaybettik kayınçomu... Onunla uğraşmaya da vaktimiz olmadı. Zaten bu telaş, böyle sürüp giderken kim kiminle meşgul olabiliyor ki. Bunalmamak elde değil!” dedi ayrılırken…
Sırf bu yüzden intihar edenlerin sayısı her gün artıyor. Geçenlerde Pepelişte /Külcüler/ köyünde bir asker de canına kıymıştı. Ölenleri kimse duymuyor, bilmiyor yakınlarından gayrı. Hayri’nin kayınçosu iki yetim bırakmış gözü yaşlı... Bu göç olayını, ancak onlar bilecek ve akıllarından hiç mi hiç silinmeyecek. Hükümetin umurumda mı? Sofya’daki oturanların, MVR adamlarının?
Bir de Mahmut Alioğlu ile karşılaşmamızı yazmadan geçemeyeceğim. Mahmut, Cebellidir. Orta boylu, esmer tenli... Akıllı kara gözleriyle bir tebessüm etti mi, içini dökmemek imkansız. Cebel Belediye başkanlığı görevinde bulundu. Bir trafik kazası sonucu ölümden döndü.
- Ne bu hal? Dedim.
- Perişanlık! Diyerek iki eliyle başını tuttu. Yazık oldu insanlarımıza...
Bir yerlere acele ediyordu.
( Devam edecek )
Mehmet ALEV